Temsil ayrıdır, katılım ayrı. Demokrasi ne sadece temsil ne de sadece katılımla nitelenebilir ama temsil işin olmazsa olmazıdır. Katılımı olumlu bulmak, buna karşın siyasi temsili burjuva demokrasisi, “cici demokrasi”, “Filipin demokrasisi” gibi sıfatlarla tamlayarak aşağılamak bir dönem Türkiye solunda modaydı. “Seçim bir şeyi değiştirecek olsaydı yapılmazdı” türü üniversite birinci sınıf şakalarının kökeni buradadır. Gerçi dönemin ruhuna uygundur çünkü Sartre da 1973 Ocak ayında “Elections, piège à cons” yazmıştı: Seçimler aptallar için tuzaktı. Keza 1968’de Paris “Voter, c’est abdiquer” sloganına –oy vermek iktidardan vazgeçmektir- sahne olmamış mıydı?
Belki doğrudur, seçim ve temsil işe yaramıyordur. Ancak tek başına katılım da pek hoş olmayan sonuçlar verebilir. Sürekli seçim (katılımın evrenselleşmesi) ile hiç seçim yapılmaması (temsiliyetin kaybı) arasında bir gözlemlenebilirlik denkliği kurulabilir mi? Limitte bir popülerlik yarışması haline dönüşen ve herkesin an be an cep telefonundan oylandığı bir katılım hali demokrasi midir? Veya insanların cep telefonuyla onaylanma kredisine göre statü kazandığı veya kaybettiği distopik bir toplum ideal olabilir mi? Black Mirror dizisinin üçüncü sezonundaki Dibe Vuruş (Nosedive) bölümünü izlemek yararlı olabilir.
Bunlar temsili demokrasi adını verdiğimiz özel Batı Avrupa siyasi oluşumunun yerini tutamaz. Bütün mesele kurumsallaşmadadır ve bu ancak oldukça düşük frekansta onay –sık yapılmayan seçimler- ve onayın içine komüniteyi fazla karıştırmayan –din, ahlak, kamuoyu, örf ve adedi kenara iten doğrudan siyasi ve anonim- sınırlı bir katılımla mümkün olabilir. Burada ekonomik çıkarlarını bilerek, kavrayarak, rasyonel hesap yaparak oy veya destek veren kitlelerin hukukla biçimlendirilerek kurumsallaşan bir süreci istemeleri söz konusudur. Eş zamanlı olarak söz konusu kurumsallık pazarlık/uzlaşı kültürüne saygınlık kazandırmalıdır. Aksi takdirde King John’a dayatılan Magna Carta’dan veya Cromwell’in başlıca ikna gücü olan ‘model ordusundan’ başlayan süreç aslından 45 sene sonra yeniden Thatcher’cilik taslayan bir başbakanın 45 günde istifa etmesine yol açan kurumsallığı oluşturamazdı.
Bir de toplum sözleşmesi, kontrat teorileri manzumesi var. Masal gibidir ama matematiksel bir manzume, modellenebilir ve açıklanabilir bir mit diyebiliriz. Gerçekle ilişkisi alegorik ve metaforiktir ama yine de 18. Yüzyıl Amerikan kolonilerinde toplum sözleşmesi kuramcılarının kurgusuna en yakın koşulların oluştuğunu saptayabiliyoruz. Tarihi dönem açısından değerlendirirsek, Amerika’da İngiltere’den kopuş ve devrim yeterince geç gelmişti ve bu bir şans olarak görülebilir. “Kurucu babalar” iki İngiliz devriminin derslerinden yararlanabilecek durumdaydılar. Ayrıca hukuk tarihi ve siyasal teolojinin büyük eserleri, Rönesans, Reform ve Aydınlanma geride kalmış, Avrupa uygarlığındaki büyük dönüşüm neredeyse tamamlanmıştı. Elbette “kurucu babalar” hem 17. Yüzyıl hem de 18. Yüzyıl toplum sözleşmesi kuramcılarını okuma şansı da bulmuşlardı. Ayrıca bazılarının Fransa bağlantıları vardı. Durumu iyi değerlendirecek konumdaydılar.
Batı aklında ve İngiliz hukukunda kolonilere kadar yayılan bir devamlılık vardır. Bu böyledir ama bu izleğin 17. Yüzyıl ortası İngiltere’sinde 1742-1749 arasında yaygın ve karmaşık, doğrusal olmayan bir patikaya yerleştiği bir dönem mevcuttur. Nitekim Victoria Kahn Charles Stuart’ın 1749’daki idamı konusunda “kontratı ihlal etti” tezinin revaçta olduğunu ama ne tür bir kontratı ihlal ettiğinin açık olmadığını yazıyor. İhlal edilen kontrat bir tür evlilik kontratı gibi mi görülmelidir? Charles Stuart’ın kullandığı evlilik mecazı –halk krala kadının kocasına itaat etmesi gerektiği gibi itaat eder- seküler hukukçular ve doğal haklar kuramcıları tarafından tersine çevrilerek kralın halka itaat etmesi gerektiği söylendiği için kontratın bu yorumunun krala yarayacağı belli değildir. Ekonomik bir kontrat mıdır? Teolojik bir ittifak mıdır –bu durumda kral tanrıyla kendi arasındaki paktı mı bozmuştur yoksa tanrıyla İngiltere halkı arasındaki ilahi anlaşmaya mı müdahale etmiştir? Veya Common Law’un üstü örtük kontratının ihlali mi söz konusudur?
Kahn yazılı kontrat veya bir konuşma edimiyle oluşturulan, iki tarafının da yeniden tanımlandığı, kadim feodal kontrattan veya teolojik pakttan farklı yeni ve kaprisli bir kontratın (wayward contract) –ekonomistler bu kavramı “stochastic contract” olarak düşünüp kendilerine yakın bulabilirler- nasıl kurgulandığını anlatıyor. İnsanlar doğal olarak sosyal varlıklar mıdır? Bu durumda sadece politik bir kontrat söz konusudur; sosyal kontrata gerek yoktur çünkü zaten öyledir. Ancak doğal hukukun geçersiz olduğunu –bu pozisyon insanların eşit olmadıklarını ve özel mülkiyetin haklılığını ima eder- söylüyorsak sadece kurgusal, insan eliyle yapıldığı için “suni” bir kontrat söz konusu olacaktır. Bu kontratın ilahiliği nasıl iddia edilebilecektir? Sekülerleştirirsek, bu kontratın kararlılığı nasıl ima edilecektir? Eğer böyleyse siyasal düzen önce sosyal kontrat sonra siyasi kontrat şeklinde ikili bir kontratla kurulmuş sayılmayacak mıdır? Yani toplum da devlet de sonradan kontratla kurulmuş, adeta “suni”, kurgulardır. Bu doğruysa Artificiall Man (Hobbes) 1990’ların tahayyül edilmiş cemaatler tezini imliyor diyemez miyiz?
Kontratın niteliği önemlidir ve söz konusu belirlenim bambaşka insan doğası, toplum, tarih, siyaset, hatta ilahiyat kavramlarına yol açar. Mesela kontrat “suni” veya kurgusal ise ve doğal hukukla ya da Common Law ile temellendirilemiyorsa acaba egemenlik kontratla bile olsa topluma keyfi şekilde dayatılmış mı olmaktadır? Yeni kontrat akıl ve doğal hukuka değil şiddete ve keyfiliğe dayanıyorsa tartışma büyüyecektir ki Robert Filmer gibi monarşi, hatta patriarka taraftarları böyle düşünmüştür. Diktatörlük mutlaka kontratın bozulması yüzünden ortaya çıkmayıp bizzat kontratın kendisine (niteliğine) dayalı olarak da zuhur edebilir. Politik veya sosyal kontrat yapıldığı kurgusu mutlaka temsile/demokrasiye yol açmaz veya onun sonucu değildir. Bazı toplumlar kendilerini ne tür mitlerle veya kurgularla tahayyül ederlerse etsinler demokrasi onlara uzaktır.