Geçen hafta bir arkadaşımla sohbet ederken çok beğendiğim bir ifade kullandı: karar kalitesi. Ürün, hizmet ve süreç kalitesini sıkça konuşmamıza rağmen karar kalitesi üzerine pek düşünmediğimizi fark ettim. Peki, kararlarımızı kaliteli yapan ne?
İlk akla gelen cevap, karar neticesinde istenen sonucu alıp almadığımız. Netice ne kadar iyiyse, karar o kadar kaliteli. Bu yaklaşım bana pek doğru gelmiyor. Çünkü hayatı biraz fazla basitleştiriyor. Zira, bir kararın sonucunu etkileyen pek çok faktör var– hele de kararları genelde ne kadar az bilgiyle aldığımızı düşününce! Üstelik, şansın yüzümüze gülmesi kararımızın doğru olduğunu göstermez. En önemlisi, farklı bir karar aldığımız alternatif dünyayı tam olarak bilmemiz mümkün değil.
Lütfen bu girişten sonuçların önemsiz olduğunu düşündüğüm kanısına varmayın. Tam aksine, Fatih Terim’in meşhur ‘look at the tabela’ yorumuna katılıyorum. Nihai performansı tabelada ne yazdığı belirler – takımlar için maç sonucu, şirketler için mali tablolar, şahıslar için hedeflerin tutup tutmaması. Söylemek istediğim, kararlarımızın kalitesini artırmak istiyorsak sadece sonucun ötesinde, daha geniş bir değerlendirme yapmamız. Biraz açayım.
Mesela, bir karar alırken varsayımlarımızı yeterince sorguluyor muyuz? Aslında zihnimizin tuzakları karar süreçlerimizi öyle derinden etkiliyor ki! Analojiler kulağa hoş gelir ve meseleyi somutlaştırıyor-- ama gerçekten eldeki konuya benzeyen bir örnekten mi bahsediyoruz? Anekdotlar veya kişisel tecrübeler genel durumu yansıtıyor mu? Sebep-sonuç zannettiğimiz şey sakın bağıntı (korelasyon) olmasın?
Mesela, bir karar alırken yeterince zaman ayırıyor muyuz? Günün yoğun temposunda neredeyse her karar acil. Hakikaten öyle mi? ‘Üzerinde uyuduktan sonra’ da aynı karara varacağımıza emin miyiz? Acil kararların hızla iki seçeneğe inmesi, üçüncü, dördüncü, beşinci alternatiflerin konuşulmaması öyle sık bir hal ki! Obama’nın ‘karar alma kasını’ dinlendirmek için sadece iki renk takım elbise giymesini de hatırda tutmak lazım. Üstelik, aslında senede sadece birkaç kritik karar aldığımızı ve esas olanın bunlarda doğru seçim yapmak olduğunu unutmamalıyız.
Mesela, bir karar alırken doğru insanlarla gerçekten görüş alışverişinde bulunuyor muyuz? Kalifiye kişilerin, açık bir müzakere ortamında, görüşlerini özgürce ifade edebileceği ortamlar yarattık mı? Yoksa sadece bir grubu masa etrafında toplayıp fikirlerini mi sorduk? İkisi arasında dağlar kadar fark var. Köşemizde daha önce değindiğimiz grup düşüncesi (groupthink) kavramını hatırlayalım: bir mesele tartışan grupların yönetici/ çoğunluk eğilimi etrafında hızla kümelenmesi, farklı görüşleri olanların susması ve neticede hatalı kararların alınması. Yaratıcılığı baskılayan, risklerlere karşı kör noktalarımızı artıran, insan kaynağımızdan yararlanmamızı engelleyen ve yanlış kararlar almamıza yol açan bu durumun tarihte de kötü örnekleri var: ABD’nin uğradığı Pearl Harbor baskını (‘Japonya buna asla cesaret edemez’), Challenger uzay mekiği faciası (‘tüm sistemler kontrol altında’) veya Lehman Brothers’ın iflası (‘ne yaptığımızı biliyoruz’).
Mesela, bir karar alırken alternatif senaryolarda ne yapacağımızı düşünüyor muyuz? ‘ABC varsayımlarla bu kararı alıyoruz. Ancak XYZ gelişmeleri olursa alternatif plana geçeceğiz. O da şu.’ gibi dinamik ve test edilen mekanizmalar oluşturuyor muyuz?
Mesela kararlarımızdan etkilenecek kişi/ kurumları (çalışanlar, rakipler, tedarikçiler) hesaba katıyor muyuz? Bunun ötesinde, kararımız sonrasında onların muhtemel adımlarına karşı (rakibin fiyat kırması) ne yapacağımızı düşünüyor muyuz?
Hayatımızı karar alarak kazanıyoruz. Karar kalitenizi yükselttiğiniz bir hafta diliyorum.