Kantarın topuzu

Ahmet Kasım HAN KAVANOZUN DİBİ

Bu köşenin düzenli takipçileri gündemin vaveylası arasında, doğrusu son yazısına kadar tamamlayamadığım, “Büyük Düzeltme” serisini hatırlayacaklardır. Bu yazı serisinde Türkiye’nin artık sürdürülemez hale gelmiş ekonomi ve dış politikalarında girişilen büyük dönüşü, kronolojisi, sebepleri ve sonuçları bakımından ele almıştım. O bağlamda yazmaya niyetlendiğim tüm argümanları, planladığım şekilde, kâğıda dökmeyi bitirememiş olmakla birlikte, meramımı büyük ölçüde anlattığımı sanıyorum.

XIX. yüzyılda temellenen ve bu 7 Ekim’de yeni ve korkunç bir safhaya giren Filistin – İsrail çatışmasının ilk günlerinde, “garantörlük” sistemine dayalı bir formül öneren; arabuluculuk konumu için, kimi kriterlerle yaklaştığınızda ideal pozisyona sahip olduğu söylenebilecek; kendi siyasi ve iktisadi pozisyonunun bastırdığı gereklilikler çerçevesinde ulusal menfaatlerini önceliklendirdiği gözlemlenen; olayların arkasında İran’ın jeopolitik kaygı ve dizaynlarının oynadığı açık rolü tespit eden Türkiye, belli bir diplomatik dengeyi gözetmeye çalıştı. Ancak, bu durum artık böyle değil. 28 Ekim’de gerçekleştirilen “Büyük Filistin Mitingi” bu bakımdan önemli bir dönüm noktasıydı. Bu mitingi müteakip olarak Türkiye’nin bu çatışmada, örneğin başka hiçbir Arap ülkesinin yapmadığı gibi, ağırlığını Hamas’dan yana koyduğu yönünde kuvvetli mesajlar verdiğini söyleyebiliriz.

“Başka hiçbir Arap ülkesinin yapmadığı gibi” ifadesi bir analiz değil, bir tespit. Zira söz konusu mitinge Arap dünyasından “sürpriz devlet adamlarının” katılacağı; hatta mitinge Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin, Ürdün Kralı II. Abdullah’ın, Libya ve Lübnan devlet başkanlarının davet edildiği ve bunların katılım göstereceği yönünde haberler yapılmıştı. Fakat, KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı bir yana koyarsak, Filistin Büyükelçisi ve bir Birleşik Arap Emirlikleri heyeti haricinde, ne “sürpriz devlet adamı” ne de Arap lideri namına ortada kimse yoktu. Onların ayıbı diyebilirsiniz. Öte yandan, bu başkalarının ayıbı dahi olsa, ilk sinyali açık biçimde 25 Ekim’de AK Parti Meclis Grup Toplantısı’nda verildiği haliyle, Türkiye’nin dış politikasında yine bir “değerli” yalnızlık patikasında yürümeye doğru hareketlendiği söylenebilir.

Aslında, Türkiye’nin uluslararası konumu ülkemizi arabuluculuk noktasında bu kadar güçlü kılarken, neden kendimizi adeta bir kutu oyununun ilk karesine, başlangıcına, dönmüş bulduğumuz sorusu irdelenmeye değer. Şu anki görüntü o ki İsrail, Türkiye’nin, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, uluslararası düzen çerçevesinde meşru kılınmış bir konumdan, İsrail’in Filistin tarafıyla, hele Hamas ile, ilişkisine dair söz söyleme pozisyonunda olmasını istemiyor. Bu konuya, potansiyel dahi olsa, belirleyici biçimde müdahil olabilir durumda bulunmasını arzu etmiyor. Terazinin diğer kefesindeki Arap devletleri bakımından da durum farklı değil. Onlar da Türkiye’nin, ve yine özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bu konu üzerinden “Arap sokağı” ile ilişki içerisine girmesini istemiyorlar. Erdoğan’ın, zaten sahip olduğu konumun ötesinde, Arap kamuoyuna doğrudan mesaj verebilme yeteneğini, hem de Filistin sorunu üzerinden, güçlendirmesini arzu etmiyor görünüyorlar.

Bu mesele üzerinde, tek tek aktörler özelinde etki yaratan, daha keskin stratejik, jeopolitik faktörler de var tabii. Mesela, her ne kadar Türkiye’nin dış politikasındaki büyük dönüş “darbeci” Sisi ile el sıkışmayı kapsıyorsa da bunun Mısır’ı Türkiye ile ilişkilerinde bütünüyle rahatlatmadığı açık. Mısır’ın Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hayati çıkarlarına ilişkin tavrında somut bir değişikliğe henüz gitmediğini görüyoruz. Bu ortamda Mısır’ın: 1967’deki Altı Gün Savaşı’na kadar bir askeri vali marifetiyle kontrol ettiği; 1978 Camp David anlaşmasıyla üzerindeki tüm hak iddialarından feragat ettiği; 1993’de Oslo Anlaşmalarıyla Filistin Otoritesinin sınırlı özyönetimine devredilen; 2005 senesinde İsrail’in 21 yasadışı yerleşim birimini de boşaltarak tüm askeri varlığını sona erdirdiği, Gazze’nin ve burada yaşayan 2 milyonu aşkın Filistinlinin hamisi olarak Türkiye’nin öne çıkmasını istemeyeceği açık. Bu Mısır’ın Arap dünyasındaki tarihsel iddiası bakımından ciddi bir zaaf olacaktır. Dahası Mısır, Gazze’ye komşu Kuzey Sina’da 2011’den 2022’ye kadar cihatçılarla mücadele etmiş bir ülke. Bu güvenlik krizinin yeniden yoğunlaşmasına neden olabilecek bir mülteci hareketi yaratma riskini içerisinde barındıran Gazze’yi, hem de ekonomisi ciddi kırılganlık arz ederken, Türkiye’nin vesayetine bırakmayı istemez. Hele siyasi öznenin Müslüman Kardeşler bağlantılı, “mücahit” Hamas olduğu bu durumda. Bir başka ilginç not Filistin Yönetiminin, Mahmud Abbas’ın, da Türkiye’nin böyle bir konumda olmasını, muhtemelen Hamas’a fazlaca yakın buldukları söylem nedeniyle arzu etmiyor görünüyor olması.

Türkiye’nin arabuluculuk noktasında sahip olduğu avantajlar, yukarıda bir kısmını özetlediğim bu kaygılar ve bunlara eklenen Türkiye’nin er veya geç Hamas’a müzahir bir tavır alacağına yönelik, neticede haksız çıktığı söylenemeyecek, beklentiler arasına sıkışarak büyük ölçüde yok oldu. Burada bir “yumurta tavuk” ikileminin bulunduğu da söylenebilir. Zira, Türkiye’nin tavrının, arabuluculuk topunun bir türlü beklediği gibi ayağına oturmayışının yarattığı hayal kırıklığından kaynaklı sertleşmeyi de yansıttığı söylenebilir. Aslında, Türkiye’nin dış politikasının yürütülüşü bakımından denklem uzunca bir süredir basit: tüm siyaset iç siyasetten ibaret. Dış politika neredeyse tamamen iç siyasete tabi.

Öyle görünüyor ki burada politika seçimlerini belirleyen kantar şöyle çalışıyor: Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine dair neredeyse tüm meseleler iki temel boyutta değerlendiriliyorlar. Bunların ilki söz konusu meselenin ülke içerisinde siyasi söylemde, örneğin yaklaşan seçimlerde, safların sıkılaştırılmasına tahvil edilebilecek bir sonuç üretmekte kullanıp kullanılamayacağı; kullanılacaksa bunun en uygun biçimde nasıl yapılabileceği. İkinci boyut, yine söz konusu mesele bağlamında uluslararası ortamdaki muhatapların Türkiye’nin bu mesele başta, ancak genellikle bununla sınırlı olmayan, çeşitli taleplerine karşılık vermesinin sağlanmasına ilişkin. Buradan da yine öncelikle iç siyasette kullanılabilecek bir getiri sağlayacak, örneğin Türkiye’nin acil dış kaynak sorununun çözülmesini kolaylaştıracak, sonuçların üretilip üretilemeyeceği hesaplanıyor. Ardından konu hemen bir “büyük pazarlık” çerçevesine tahvil edilmeye çalışılıyor. Mümkünse çarşıda, pazarda ne konu varsa gündemdeki meseleye iliştirilmeye, tüm krizler bir diğerinin kuyruğuna bağlanmaya, tüm meseleler bir torbaya atılmaya, işler “büyük” tavizler koparmaya yarayacak çetrefilli bir hale sokulmaya çalışılıyor. Bunun adı da “büyük düşünmek” olarak konuyor. Doğrusu bu yaklaşımın henüz bir sonuç verdiğini veya Türkiye’nin bir meselesine çözüm olduğunu görmedik ama bu tavrı eleştirenler yine de ya “vizyonsuzlukla” ya da üstünlüğü ve geçerliliği kendinden menkul bir şekilde tanımlanmış kavramlar olarak “tarihimizi, kimliğimizi, değerlerimizi” anlamamakla zemmediliyor.

Bu iki boyutta yapılan değerlendirmede ilkinin, doğrudan iç siyasete ilişkin boyutun, ağır bastığı veya ikisinin dengede olduğu durumlardaysa, ideolojik sempatiler ve değer yargıları daha belirleyici şekilde devreye giriyor. İşin rengini onlar veriyor. Bunun böyle olmaması, ideolojinin kontrol altında tutulması, ise ancak, “büyük pazarlığın”, getirisinin mukayeseli olarak yüksek veya muhatapların bastırdığı yönün tersine davranmanın maliyetinin ağır olması noktasında mümkün gibi. Söz konusu maliyetin “ağırlığının” ölçümü de esas olarak içeride üreteceği siyasi bedele referansla belirleniyor. Gazze konusunda da kanaatimce tam böyle oldu. Süreç bu biçimde işledi.

Burada ilginç olan, kimilerinin benimsediği, herkesin bu şekilde düşünmesinin ahlaki bir zorunluluk olduğu söylemi. Halbuki, örneğin, Hamas’ın yanında olmadan Filistin davasının meşruiyeti savunulabilir. Kaldı ki katliamın, terörün her türlüsünün karşısında ahlaki bir tavır almanın tek yolu bu söylemi benimsemek olmadığı gibi, ülkenin dış politikasının, kerameti çoğunlukla kendinden menkul, bir takım “üstün” normlara göre belirlenmesinin doğru ve netice alıcı olduğuna dair de elimizde bir veri yok.

Atatürk Havalimanında, politika tercihlerine katılmayanları, hatta muhalefetin aslında iktidarın söyledikleriyle oldukça paralel bir manzara arz eden siyaset(sizliğ)ini, eleştirmek isterken; mekân ve tarih şuurumuz bakımından bir hatırlatma yapılmak suretiyle, Çanakkale’de şehit olan 53 Gazzeliden bahsedildi. Aynı Çanakkale Savaşında 77 Osmanlı Yahudisinin de şehit olduğu da bir gerçektir. Üstelik mekân ve tarih şuurumuzun bütünlüğü de bunu gerektirir. Bunu söylemek hiçbir surette Netanyahu gibilerin politikalarına meşruiyet vermek demek de değildir. Kaldı ki meselenin her iki tarafında da kulakların, yüreklerin ve akılların size açılmasını kolaylaştırıcıdır. O nedenle, diğer tüm söylemler bir yana, bu da söylense ve bunların ikisine de “bizim”dir, diyerek sahip çıkılsa, genelde uluslararası ilişkilerde daha dengeli bir kantar – topuz ilişkisi tesis edilebilse, muhtemelen Türkiye bugün bölgede akan kanı durdurmak için çok daha etkili bir pozisyonda olabilirdi.

Tüm yazılarını göster