Son yıllarda büyümede gözle görülür yavaşlamanın kaynağı olarak dış borçluluk oranlarımızın geldiği seviyeler, resmi rezerv oranımızın düşüklüğü, iç ve özellikle dış politika ile ilgili yaşanan sorunlar ve tüm bunların neticesinde “yatırım yapılabilir” statüsünün çok altına inmiş bulunan ülke notumuzun önemli bir payı söz konusudur. Bunun dışında, pek tabii ki, global konjonktür, faiz ve likidite gelişmeleri de ülkeye yabancı kaynak girişini ve dolayısıyla büyümemizi ciddi şekilde etkilemektedir. (Bu son durum salt bizi değil, aynı sepette bulunduğumuz tüm gelişmekte olan ülkeleri etkileyen ve kendi irademiz dışında gelişen olayların bir sonucu.)
Dış kaynaklardaki akım değişikliğinin miladı olarak o zamanki Fed Başkanı Bernanke’nin ilk defa bilanço küçültmesinden bahsettiği Mayıs 2013 tarihini alabiliriz. Türkiye 2005’ten 2013 ortasına kadar ortalamada yüzde 5.8 büyürken (ki bu dönemde tüm Dünyayı etkisi altına alan bir Büyük Resesyon yaşanmıştır), 2013 ortasından beri büyüme oranı yüzde 4.5’e gerilemiş bulunmaktadır. İlk dönemde toplamda Türkiye’ye 77.5 milyar dolar sıcak para girerken, ikinci dönemde nette 2.4 milyar dolar çıkış söz konusudur. (Bunu sıcak para ile finansmanı doğru bulduğumdan değil, büyüme performansındaki değişimin nedenlerinden birini göstermek için ortaya koyuyorum.) Sıcak para akımlarında bu kadar radikal bir terse dönüş olmasına karşın bu son 5 senede büyümenin yüzde 4.5 olması, esasında çok da kötü bir performans değildir. Ancak, bu performans ne pahasına sağlanmıştır, onun da sorgulanması gerekir.
Doğal olarak, dış kaynak girişi zayıflayınca (ve hatta nette “çıkış”a dönünce) iç kaynaklara yönelinmiştir. Ancak bu kaynaklar bütçe açığı ve banka kredileriyle yaratılan “zahiri” kaynaklardır. Bu kaynakların “reel”e dönmesi için yaratılan canlanmanın ağırlıklı olarak ihracat kanalıyla net döviz girişi sağlaması gerekir. Ancak, maalesef son 5 senedeki büyüme ivmelenmeleri neredeyse sadece iç tüketimin kamçılanması şeklinde olmuştur. Bu da, ekonomide daimi bir canlanma-daralma döngüsüne sebep olmaktadır. Şöyle ki, tüm Dünyayı sarsan 2008-2009 dönemini dışlarsak, Türkiye’nin son dönemdeki büyümesinin kendi ortalamasından sapması (standart deviasyon) önceki döneme göre yüzde 50 kadar artmıştır.
Büyümenin canlandırılması için başvurulan başlıca yöntemler doğrudan kamu harcamaları ve kamu destekli kredi mekanizmaları olmuştur. (Kredi Garanti Fonu ve türevleri, kamu bankalarının sübvansiyonlu kredileri vs.) Bunların, kısa vadeli çözümler olduğunu ve ilelebet uygulanabilecek tedbirler olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. Kamu harcamaları doğrudan bütçe açıklarını artırırken, diğer yöntemler kamunun (şimdilik) bilanço-dışı yükümlülüklerini artırmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan tüm daralma ve resesyonlarda kaçınılmaz bir şekilde özel sektör borcunun kamu sektörü borcuna dönüşmesi söz konusudur. Sonuçta da ülkenin toplam borç oranı ekonomik kriz öncesine göre artmaktadır. (Bu nedenle pek çok analist bir GOÜ’nün borçluluğuna kamu ve özel sektör dış borcu olarak ayrı ayrı değil, toplamda bakma eğilimindedir.) Günün sonunda bu artışın ne kadar olacağı ise kamunun ne kadar açıldığı kadar, ivmelendirmenin ne kadar reel büyüme yarattığı ile ilgilidir. (Unutmayalım ki, borçlanma oranlarının paydası milli gelirdir.)
Nitekim Türkiye’nin dış borçluluk oranı 2005’teki yüzde 34.2 seviyesinden, bu senenin 6. ayı itibarıyle yüzde 61.9’a yükselmiş bulunmaktadır. Yaşadığımız kur krizi nedeniyle bu oran son 1 senede hızlı bir artış göstermiş olsa da, mutlak değer olarak 466.8 milyar dolardan (2018 1. çeyrek) 446.9 milyar dolara (2019 2. çeyrek) bir gerileme söz konusudur. Bu da işlerin o kadar da kontrolden çıkmadığını göstermesi açısından önemli.