Aralık ayı doğrusu ya dopdolu geçiyor. Hele son bir haftadır yeni uluslararası ekonomik düzenin olası biçimi konusunda çok alametler belirdi. Öyle anlaşılıyor ki, Ankara, hareketi bereket zannederken, iklim politikası gündemi giderek şekilleniyor. Biraz daha bu “bereketsiz hareket” tuzağında, böyle sessiz sedasız beklersek, yakında “göçtü kervan kaldık dağlar başında” diye yakınmaya başlayacağız. Neden? İklim değişikliği gündemi harekete geçti ve Türkiye doğru değil yanlış hareketlere odaklanmış durumda. Bereketsiz hareket dediğim bu.
Doğru hareket, geçen Kasım ayında Şarm El Şeyh’te toplanan COP27’de iddialı bir karbon salımı azaltım politikası açıklamaktı. Fos çıktı. Doğru hareket, 2021 Eylülünde Cumhurbaşkanımızın açıkladığı 2053 Net Sıfır Yılı hedefini destekleyecek bir niyet belgesi üzerine odaklanmaktı. Beceremedik. Doğru hareket, Enerji Bakanlığımızın Avrupa Birliği ile uyumlu bir Emisyon Ticaret Sistemi için “kömürden çıkış tarihi”ni açıklaması ve buna uygun bir niyet belgesinin önemini vurgulamasıydı. Yoksa şurasından burasından doğal gaz fışkırıyor Türkiye’nin diye açıklamalar yapmak değildi. Hata işte.
Öyle anlaşılıyor ki, dünya yirmi birinci yüzyılı kurgularken, Türkiye yirminci yüzyıldan kalma önyargılara odaklanarak enerjisini israf edecek. Hidrokarbon üreticilerinin önemini kaybedeceği bir asırda, hidrokarbon üreticisi olduk izlenimini vermeye çalışıyoruz. Hakikaten Hoppala paşam, Malkara, Keşan. Geçti canım, artık o işler. “Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” Bak şimdi “Türk’ün Türk’e propagandası” için bile yeni bir şeyler bulmanız lazım. Yoksa çok komiksiniz. Ben size şimdiden söylemiş olayım.
Bakın daha bu hafta neler gördük. Avrupa Parlamentosu “Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması” (SKDM) (Carbon Border Adjustment Mechanism-CBAM) üzerine de anlaşmaya vardı. Artık ithal ettikleri malların karbon vergisi üretildikleri ülkede ödenmemişse, onu sınırda tahsil edecekler. 2024’e kalmaz başlar bu iş. Türkiye’nin ihracatının yarısı oraya.
Bu yetmezmiş gibi bu Cuma değil, geçen Cuma (9 Aralık), Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurduğu bir anlaşmazlığı giderme paneli Amerika’nın Trump döneminde “ulusal güvenlik” gerekçesiyle çelik ve alüminyum ithalatına konulan gümrük vergilerini uluslararası ticaret kurallarına aykırı buldu. Kaldırılmasını istedi. Düzenleme Türkiye’yi de olumsuz etkiliyordu. Amerika 2018’de yapılan düzenlemeye sahip çıkarak, DTÖ’ye “hadi canım sende” dedi. Yok artık.
Çok alametler belirdi. Bir halden ötekine doğru geçmekte olduğumuz kesinleşti. Yeni asır, eski asır gibi olmayacak. Ama gelin de bunu Ankara’nın geçen asırdan kalma yaşlı siyasetine anlatın bakalım. Yine de, gelin ben size bir anlatayım.
2015 yılında Türkiye daha önemli bir ülkeyken, böyle “değerli yalnızlık” filan gibi geyiklere dalmamışken, G20 dönem başkanlığını üstlenmişti. O zaman idarecilerimiz Bosna’nın batısını da daha sık ziyaret edebiliyorlardı. İşte o dönemde, Richard Baldwin T20 toplantıları çerçevesinde küresel ticaret sisteminin evrimini anlatırken aklımda kaldı.
Önce malların sınırları aştığı bir dünyadaydık. Sanayi devrimini tamamlayan ülkeler mallarını satmak için başka ülkelere giderlerdi. O dönemde, küresel ticaret bayrağı takip ederdi. Bayrağınızı diktiğiniz yerlere mallarınız da girerdi. Birinci savaşa kadar dünya işte böyleydi.
Sonra fabrikaların sınırları aştığı bir döneme girdik. İletişim teknolojilerinin gelişmesi ile birlikte fabrikaları parçalara ayırmak ve üretim sürecini ülkelere bölmek mümkün hale geldi. Ticaretin yatırımları takip ettiği bir dönemdi geçen asır. Şimdi bitti.
Şimdi artık ticaretin ulus ötesi tehditlerin bize dayattığı yeni kuralları, yeni yönetişim modelini takip edeceği bir yeni asrı tasarlıyoruz. Bu da kurallı bir küresel ticaret sistemi olacak ama şimdi kurallar değişiyor.
DTÖ’nün işi zor tabii. DTÖ malların sınırları aştığı bir dünyanın kurallarında kaldı. Dün çektiği sıkıntıların kaynağında fabrikaların sınırları aştığı bir dünyanın kurallarına intibak zorluğu vardı. Şimdi ulus ötesi küresel tehditlerin dayattığı bir yeni kurallar dizisi şekilleniyor. Amerika’nın kendi kurduğu küresel ticaret rejiminin kurallarına “milli güvenlik” gerekçesiyle uymayı reddetmesi, geçen haftaki DTÖ panel kararına açıktan “hadi canım sende” çekmesi bundan işte.
Bir nevi, küresel ticaret rejiminde “çömlek patladı” dönemindeyiz şimdi. Eskiden mahallede oyun oynarken biri kurala uymazsa böyle olurdu, çömlek patladı diye herkes saklandığı yerden çıkardı. Alıştığımız kurallı ticaret sistemi bu asırda belirginleşen ulus ötesi tehditler nedeniyle yeni kuralları gerektirir oldu.
Öncelikle iklim değişikliği gündemi hayatımızı tehdit eden ani iklim hareketleri giderek belirginleşince harekete geçti. Gündemi harekete geçiren, dünün varsıllarının dünyayı giderek daha fazla kirletmeleri değildi. Yarının varsıllarının astronomik sayıda olma olasılığı, yoksulluğun küremizin her tarafında gerileme ihtimali aslında gündemi harekete geçirdi. Çin, Hindistan, Bangladeş ve mesela Nijerya’da Batılı tüketim sepetinin yoğunluk kazanması ihtimali aslında iklim değişikliği gündemini harekete geçiren.
İkinci ulus ötesi tehdit pandemi oldu doğrusu. Pandemi ile mücadelenin de aynı iklim değişikliği gibi tek bir ülkede yapılabilmesi mümkün değil. Üstelik bu mücadelenin her ülkede farklı kurallarla değil, her ülkede aynı kurallarla yapılması gerektiğini de tedarik zincirindeki kırılmalarla tecrübe ettik. Çin’in kafasına göre geçen asırdan kalma teknolojilerle ürettiği kendi aşıları ve kendi yöntemi ile Pandemi ile mücadele etmeye çalışması tedarik zinciri krizini yarattı.
Üçüncüsü ise bu gidişle kaybedenlerin öfkesinin ve bütün bir geçiş sürecinin yönetimi olacak gibi duruyor doğrusu. Türkiye gibi kaybedenler kulübünün ortasındaki bir ülkenin işi giderek daha zor olacak gibi duruyor. Ülke içlerinde küreselleşme ile artan bölgesel dengesizlikler, işini kaybedecek olanlar, buradan kaynaklanan siyasi polarizasyon artık küresel bir mesele doğrusu. COP27’de konu o nedenle “Hasar ve kayıpların tazmini” idi. Bu, dönemin en önemli meselesi doğrusu. Hem iklim değişikliği kaynaklı hasar ve kaybın hem de iklim değişikliği ile mücadelenin getirdiği hasar ve kaybın tazmini. Adil geçiş artık küresel bir mesele ve milli bir çözümü de yok.
Şimdi değişeni görebiliyor musunuz? Atlantik’in iki yanında şekillenmekte olan bir yeni üretim ve ticaret bölgesi var artık. Ve bu yeşil ve dijital dönüşüm süreci tüm sektörlerde iş yapma biçimini ve bu çerçevede küresel değer zincirlerinin örgütlenme biçimini değiştirecek. Çin’i sevmiyoruz, demokratik diye değil, değişmeyecek. Değer zincirlerini organize ettiğimiz öncüller değiştiği için değişecek.
Eskiden Kore’de, Türkiye’de, Japonya’da, Almanya’da enerji yoğun bir sürü ürünü üretmek için tesis kurduk. Neden? Sanayi devrimine yol açan, fabrikaların sınırları aşmasına imkân veren kömür ve petrolün kolay ve ucuza bir yerden diğerine aktarılabilen enerji kaynakları olduğu için. Ama artık o dönemin sonunda geldik. Şimdi burada “Almanya dün Rusya’ya çok güvenmekle hata yaptı” demek mümkün mü? Değil.
Dün hepimiz enerji açığı olan ülkelerde enerji yoğun üretim yapılmasını normal karşılıyorduk. Enerji ithalatını nasıl olsa yapacağımızı düşünüyorduk. Şimdi o iş değişti. Artık bir ülkede bütün bu üretim hattını o mekânın enerji sağlama kabiliyetine dayalı olarak nasıl işletebiliriz diye düşüneceğimiz bir yeni dönemin başındayız. Artık üretim mekânla, mekânın imkânları ile yakından alakalı olarak düşünülecek, teknolojik değişim bu çerçevede gerçekleşecek.
Aynı biçimde küresel değer zincirlerinin geçtiği ülkenin su rezervuarı dikkate alınmadan tekstil ve boyama bir yerdeyse yeniden düşüneceğiz. Mekânın su kaynakları ve gezegenin su ihtiyacını bir bütün olarak düşünerek o mekânda su yoğun hangi üretimi nasıl yapacağımızı bir daha düşüneceğiz.
Peki, Rusya-Ukrayna savaşı bu durumu değiştirdi mi? Hayır. Gerek Rusya-Ukrayna savaşı gerekse de bu savaş öncesi belirginleşen tedarik zinciri problemleri bu asırda geçiş döneminin yönetiminin ne kadar önemli olduğunu gösterdi bize. Mekâna dayalı yeni büyüme ve istihdam politikalarının tasarımı elbette bir geçiş süreci gerektirecek. Ama mesela Almanya’nın kapattığı kömür, Fransa’nın kapattığı nükleer enerji santrallerini yeniden açmayı planlaması ne gösteriyor? Geçiş dönemini düşünmeden atılan adımların etkilerini pragmatik bir biçimde yönetme hazırlığını gösteriyor bana sorarsanız.
SKDM ile ilgili karar ihracat fiyatlarımızı yükseltecek. Sırada ise ürün standartları düzenlemesi var. SKDM ihraç mallarımızı pahalılaştıracak, standartlar ise ihracatı doğrudan sıfıra indirecek. Halbuki ihracatımızın yarısı oraya. Alın size kocaman bir Türkiye riski.
1 Ekim 2023 itibariyle ilgili sektörlere raporlama zorunluğu getiren mekanizmanın, 2026’da veya 2027’de tamamen uygulanmaya başlayacağı da AB Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) tartışmalarıyla birlikte önümüzdeki günlerde karara bağlanacak. Uygulamanın daha erken yürürlüğe girmesi de mümkün.
SKDM kapsamında şimdilik demir & çelik, çimento, gübre, alüminyum ve elektrik olmak üzere beş sektör ile belirli durum ve ürünlerdeki hidrojen var. Avrupa Parlamentosu, gri hidrojeni de kapsama ekletmeyi başardı. Geçiş dönemi sonunda ise cam, seramik ile organik kimyasallar ve plastikler gibi farklı sektörlerin de kapsama dahil edilmesi mümkün.
Hadiseye yalnızca demir & çelik, çimento ve alüminyum ihracatımız ne olur diye bakmamak lazım. Türk demir & çeliği kullanan beyaz eşya üreticilerinin ihracatı, otomotiv ihracatı, boru ihracatı hep kapsama dahil olacak sonunda. Başka bir deyişle bu düzenleme, zaman içerisinde değer zincirinin tümünü içerecek.
Mesela beyaz eşya ihracatımızın yüzde 70’ten fazlası AB pazarına, Türk malları otomatik olarak daha pahalı olacak. Etki dalga dalga tüm sektörlere yayılacak. Kötü işte.
Geleyim başlıktaki soruya doğrusu ya kimse Jeremy Rifkin’in, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP), evvelki Perşembe ne dediği ile pek ilgilenmedi. Halbuki, doğrusu ya ben önemli bir konuya parmak bastığını düşünüyorum.
Türkiye bir Akdeniz ülkesi. Akdeniz bizim için hep önemliydi. Bugün Akdeniz havzası dünya ortalamasından yüzde 20 daha hızlı ısınıyor yapılan hesaplara göre. Ani iklim hareketleri, orman yangınları çok belirgin olarak riski gösteriyor aslında.
Akdeniz’de iklim değişikliği ile ilgili her tür girişimin ön safında Türkiye’nin olması lazım. Biz de bu bölgenin temel kirleticilerinden biriyiz. Her şeyi unutun, bizim de başımızın belada olduğunu da bir kenara bırakın. Bunun dış politikamız için getireceği imkânları bir düşünün.
Neden Doğu Akdeniz İklim Forumu’nu kurmak için Türk diplomatları hızla devreye girmesin? Doğu Akdeniz’de iklim politikaları arasındaki koordinasyonu sağlamak için neden daha aktif bir pozisyon almayalım? Neden Doğu Akdeniz’de “mavi büyüme”nin, denizlerde biyo-çeşitliliği korumanın bayraktarlığını biz yapmayalım? Neden Kıbrıs’ta İklim politikası koordinasyonu için ortak bir mekanizma önermeyelim? Bereketsiz hareketler yerine neden çağa uygun bir dizi atmayalım?
Doğrusu ben geçen gün siyasi tartışmaların tamamen dışında Jeremy Rifkin’i dinlerken böyle düşündüm. CHP toplantısını zaten “son zamanlarda iyice bir kenara itilen işi ehline sorma” düsturuna, eylemli sahip çıkma olarak görmüştüm. Kimsenin uzmanların ne dediğine bakmasını da beklemiyordum. Ama doğrusu ya, o gün orada Jeremy Rifkin özellikle Akdeniz’e ilişkin bu asra uygun önemli bir tespitte bulundu. Not edeyim. Aklınızda kalsın.
Türkiye’nin orta vadeli bir ekonomi stratejisi olmadığını; öyle yelkensiz ve rotasız açık denizde sürüklendiğimizi, bugünlerde bir tek gemiyi batırmamaya gayret ederek durumu idare ettiğimizi biliyorduk. Ama doğrusu ya, “bak bugün de patlamadı” diye sevinerek durumu idare ederken, ekonomide kayıt dışılığın artmakta olduğunu görmeliydik sanırım. Net hata ve noksanın sistemli hareketi ortada, bir bozukluk olduğunu, “makro ihtiyati tedbir” adı altında ekonomik birimlere yapılan kaba müdahalelerin sonucu olmasını beklemeliydik. Nitekim bakın aşağıda OECD ülkelerini kayıt dışılığın mili gelir içindeki payına göre sıralamışlar. Türkiye Kolombiya ile Meksika arasında bir yerde. Ne zaman? Türkiye için 2022 yılında.
İkinci grafik ise Dünya Banka’sının anketine verilen cevaplara göre yapılmış. Dikey eksende kayıt dışı çalışan işletmeleri kendi işleri kısıtlayıcı olarak görenlerin yüzdesi, yatay eksende ise kayıt dışı firmalara karşı rekabet eden firmaların yüzdesi. Sonuç nedir? Türkiye, bir Afrika-Güney Amerika ülkesidir.
Yeşil dijital dönüşüm sermaye yoğun bir transformasyon dönemidir. Bu dönemde Türkiye’nin öncelikli ihtiyacı yatırımdır. Yabancı ya da yerli değil, yatırım bizatihi önemlidir. Yasa dışı ticaret, sahte ürün imalatı, kaçakçılık küresel bir problemdir. Ama bazı ülkelerde milli gelirin yüzde 5’i kadar olan yasa dışı aktivitenin Türkiye’de bir türlü yüzde 30’un altına düşmemiş olması geçen asırdan kalma ihtiyar siyasetin ayıbıdır. Artık değişmelidir.
İsterseniz bir de ülkemizde kayıt dışılığın seyrine yıllar itibariyle bakıverin. 1993’ten 2015’e gerileyen kayıt dışılık sonradan sanki yeniden canlanmış ve bir türlü yüzde 30’un altına inmemiştir.
Sonuçta, hep biliyoruz ki, Türkiye açık denizde rotasız ve yelkensiz sürükleniyor. Ekonomi politikası taklidi yapan mevcut düzenlemenin günü idare etmeye yönelik olduğu açık. Ortada kapsamlı bir strateji, orta vadeli bir bakış açısı olmadığını COP27'de ortaya konan karbon salımlarını azaltma niyet belgesi zaten gösterdi. Ama kayıt dışılığın ekonomimizde bir türlü yüzde 30’un altına düşmüyor olması, toparlanma sürecinin kolay olmayacağına işaret ediyor. Makroyu toparlamak kolay ama kayıt dışılık meselesi Türkiye’nin ciddi bir kurumsal kapasite açığı olduğuna işaret ediyor. Kötü.