Onur Kesici
Ekonomist
Son zamanlarda neredeyse ayrılmaz bir bütün haline gelen 2 kavram jeopolitik ve ekonomi. ‘Tarihin Sonu’ teziyle ortaya çıkan liberalizmin zaferi söylemi 90’lı yılların en önemli retoriği haline geldi. Sovyetlerin dağılması, dağılan devletlerin modernizasyonu ve dünyaya açılan Çin ile Asya Kıtası’nın ucuz iş gücü sayesinde muazzam bir tedarik zinciri oluşturulması tüm dünyaya görece refah getirmişti. Enflasyon oranlarını ve dolayısıyla faizleri tarihin gördüğü en düşük seviyelere çeken bu dönüşüm, 1999 Asya Krizi ve 2001 Güney Amerika ülkeleri ve Türkiye krizi gibi görece sınırlı etki alanına sahip krizlerle sınansa da 2008 Mortgage Krizi’ne kadar neredeyse soluksuz ilerleyen, gelişen ve dönüşen bir dalga halini almış, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler dahil tüm dünyayı dönüştürmüştü. ABD ve Batılı ülkelerin başını çektiği bu dönüşüm Çin ve Hindistan gibi büyük tedarikçilerle desteklendi. Bugün Henry Luce’nin ifadesiyle “Amerikan Yüzyılı”nın uzağında, 2008 Mortgage krizi, Arap Baharı, Çin’in yükselişi, COVID-19 pandemisi ve devam eden etkilerinin yanı sıra bir anda gelişen Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, ‘küresel sahne düzeni’ni, devletlerin ve devlet gruplarının arasındaki barış içinde yaşama ve rekabet düzenini, neredeyse temelden yıkılma durumuna getirdi. Herkesin kendini güvende hissetmediği, her ölçekteki coğrafi yerin anlamının sorgulandığı bir alan içerisindeyiz. Yazımızın başında da atıfta bulunduğumuz ‘Tarihin Sonu’ teziyle büyük tartışma yaratan Francis Fukuyama 2014 yılında İstanbul Sanayi Odası’nda yaptığı bir konuşmada “Jeopolitik Geri Döndü” diyerek içinde bulunduğumuz dünyayı tıpkı 30 yıl öncesi gibi bütünüyle özetlemiş oldu.
Evet jeopolitik geri döndü!
Bu çalkantının ortasında değerli entelektüel Kamer Daron Acemoğlu’nun ifadesiyle bu “Dar Koridor”dan nasıl geçeceğiz? Bu soru benim gibi y kuşağına mensup gençlerin yani ülkenin medyan yaşı olan grubun en büyük meselesi. Aslında bu soruya ülkemizin geliştirdiği çeşitli vizyon ve projeler dahilinde ortaya çıkan cevaplar var. Akla ilk gelen de 2023 vizyonu. şafağında bulunduğumuz bu yıl, ihracat hedefimizin yarısını tutturamamış olmamız başarı sayılamayacak olsa da heyecan uyandıran bir gelişme. Lakin bugün belki de en fazla kabul gören söylem; Milli Teknoloji Hamlesi!
Savunma sanayinde başlayan bu akım çeşitli çalışmalarda kendini göstermiş ve ülkenin geleceğine ilişkin tüm kesimlerde bir heyecan uyandırmıştır. TEKNOFEST başta olmak üzere çeşitli fuarlarla desteklenen bu organizasyonun temelinde orta ölçekli firmaların yer aldığı ve bütün bu kurgunun vizyoner bir aklın sonucu olduğu şüphe götürmez. Özü itibariyle dayandığı temel ilke ‘yerli ve milli üretim’dir.
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın öncülüğünde Organize Sanayi Bölgeleri’nin desteklediği bu dönüşümde sanayi havzalarının geliştirilmesi, devletin ve toplumun tüm kabiliyetlerinin yansımasının sonucudur. Burada kapsayıcı siyasi; Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Ticaret Bakanlığı, iktisadi ve sosyal kurumlar; Odalar, Bankalar, OSB’ler ve çeşitli STK’lar, akla ilk gelen yapılardır ve bu yapılar bahsini ettiğimiz dönüşümün temel mimarı olacaklardır.
Jeopolitik her ne kadar karmaşayla andığımız bir kavram gibi gözükse de günün sonunda özü itibariyle çok ciddi fırsatlar oluşturmaktadır. Pandemi döneminde neredeyse patlayan ihracatımız ve hala süren etkileri, tedarik zincirindeki bozulmalar, dünyanın en büyük ithalat pazarı olan AB’ye yakınlık, artan talep ve bunun sermaye gruplarına etkisi sürecin ne kadar fırsat içerdiğinin en bariz göstergesidir. Dünya ithalatının %27’sini tek başına gerçekleştiren AB ülkeleri ve bu muazzam pazarın yanı başındaki ülkemiz arasında güncellenmiş bir gümrük birliği anlaşması, vize kolaylığı-serbestisi gibi süreçlerle ülke ihracatının nerelere ulaşabileceği herkesin aklında bulunmalıdır. Tabi bu potansiyel için sanayi havzalarının daha çok geliştirilmesi en hayati konudur. Özellikle bu havzaların kurulması, geliştirilmesi süreçlerinin hızlandırılması ve bütünsel olarak inşası, özellikle Çin Serbest Bölgeleri, buna önemli örnekleridir. Bu çalışma ülkemiz için en stratejik hedef haline getirilmelidir.
Sonuç olarak değişen ve dönüşen koşulların oluşturduğu 21. yy. dünyası için plan ve organizasyonun bütüncül stratejilerle kurgulanması ve teknokratik bir süreç içermesi, bu rasyonel anlayışın popülizmden uzak bir mücadele içerisinde geleceğin Türkiye’sini tasarlaması kaçınılmaz bir sonuç olarak önümüzde durmaktadır. Bu anlamada en büyük şansımız ülkemizin ve entelektüellerimizin dünyaca kabul gören bir özelliği olan “Krizleri Yönetme Sanatı”dır.