Doğan Selçuk ÖZTÜRK
Mali işler müdürü olarak başladığı şirkette, duyan tüm avukatların inanamadığı bir görev vardı Gülden Türktan’ın. İşletme okurken aldığı hukuk dersi dışında bir eğitim olmamasına rağmen ülkenin tüm hukuk işleri ona bağlıydı. Zor olsa da başardı. Bugünse “her bir üyemiz ayrı bir başarı hikayesi” dediği IWF Türkiye’nin başkanlığını başarıyla yürütüyor.
Gülden Hanım, kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’nde lisans, yüksek lisans ve doktora çalışmaları yaptım. New York Üniversitesi’nde araştırma görevlisi ve eğitmen olarak çalıştım, doktora derecem var.
1988’den 2008 yılına kadar, dünyanın saygın şirketlerin biri kabul edilen ve bir İsviçre-İsveç elektrik mühendislik şirketi olan Asea Brown Boveri (ABB)’de üst düzey görevlerde bulundum, yönetim kurulu başkan yardımcısı ve ülke müdür vekili olarak çalıştım.
Mali işler, denetim, insan kaynakları, sürdürülebilirlik, hukuk işleri ve kalite fonksiyonlarının başkanlığını yaptım. 2002 yılında KAGİDER’in kurucuları arasında yer alıp 2009- 2011 yılları arasında KAGİDER yönetim kurulunda görev aldım ve 2011-2015 yılları arasında da yönetim kurulu başkanlığını üstlendim.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, G20 Başkanlığı sırasında, G20’de kurulmuş ve ülkemiz için bir gurur vesilesi olan W20 - Kadın 20’nin Kurucu Başkanı olarak atandım. IWF - International Women’s Forum kurucu üyesiyim ve şu anda da IWF Türkiye Yönetim Kurulu Başkanıyım.
İş hayatında irili ufaklı birçok iletişim kazası yaşıyoruz, bazısının telafisi çok zor olabiliyor. Sizin bu şekilde aklınızda kalmış bir anınız var mı?
Bağlı olduğumuz global şirket bizlerin süreçlerimizi eleştirmemizi ve bu kısımlara yeni öneriler getirmemizi istiyordu: “Konuşun, önerin ve kritik edin.” İşi en iyi bilenlerin onu bizzat icra edenler olduğunun farkındaydılar ve bizden katkı bekliyorlardı. Söz konusu olan, işleri daha iyi yapmak için öneri getirin istemiydi.
Buna “ıslık çalma” (whistleblower) sistemi de denir, yani bir ıslık çalın gelin dinleyelim deniyordu. Bu şeffaflık ve yaratıcılık önerisi bizim geleneksel yapımıza maalesef hiç uymadı. Herkes kendi söylemek yerine başkasının söylemesini bekliyordu. Kendi tutumlarını masaya yatırıp performanslarını artırmak yerine birbirlerini yargılıyorlar, şikâyet etmeyi veya eleştir meyi konuşmak zannediyorlardı.
Özetle “konuşun” talebi yanlış anlaşıldı. Neticede şahsi kırgınlıklar oluştu ve herkes birbirine düşman muamelesi yapmaya başladı. Önceleri olumsuz fikirlerini kendine saklayan genel müdür bir gün odama gelerek bizzat kazan kaldırdı: “Onların kültürü ile bizim kültürümüz bir değil. Bizi bu programdan çıkarmalarını sağlayın! Aksi takdirde ortalık savaş alanına dönecek.”
“Sizi anlıyorum ancak bu konuyu kendi içimizde çözelim. Genel merkeze ‘Bu bize uymadı’ söylemiyle gidip ülkeyi küçük düşürmek yerine siz ve ben arkadaşlarla ayrı ayrı konuşalım.” dedim. Beklenen gün geldi çattı. Genel müdür herkesle konuşma turunu bitirdi. Sıra bana gelmişti. Genel merkezin bu programı niçin başlattığını ve programdan neler beklediğimizi anlatıp konuya giriyordum ki ilk soru patladı. Sonrasında tansiyon giderek arttı.
“Sahip olduğunuz yetkinliklere saygım sonsuz. Size sadece ve sadece ‘lütfen ve acilen saygı ve takım oyununa geri dönün!’ diyorum. Yemek saati geçmek üzere, gelin şimdi sizlere kebap ısmarlayayım. Önce bir şeyler yiyelim, sonra konuyu yeniden ele alalım.” dedim.
Kebapların gelmesiyle birlikte odada bir dostluk havası esti. Hepimiz acıkmış olmalıydık. Ortak bir mutabakat sağlamadan onları gönderseydim konu karışacak ve mesajlar yerine ulaşamayacaktı. Yemekten sonra başlayan toplantımız üç saat sürdü. Herkes içini döktü. Kendi süreçleri yerine birbirlerinin süreçlerine bakmamaları ve karışmamaları gerektiği, eğer başkalarının süreçleriyle ilgili bir fikirleri varsa bunu önce genel müdüre aktarmaları ve sorunu onun çözmesi gerektiği konusunda hepimiz fikir birliğine vardık ve toplantı bitti. Ben ayrılırken herkes birisine sarılıp özür diliyordu.
Dönüş yolunda genel müdürü aradım. “Toplantı korktuğum gibi başladı. Ancak sonra ‘kebap’ dediniz ve odadaki hava değişti. Ancak şunu da söylemeliyim ki toplantı odası ben çıkarken hala soğan kokuyordu. Bana bir toplantı odası borçlusunuz!” dedi. (Gülüyor)
Unutamadığınız bir çatışma hikâyenizi dinleyebilir miyiz?
Mali işler müdürü olarak başladığım şirkette, duyan tüm avukatların inanamadığı bir görevim vardı. Ülkenin tüm hukuk işleri bana bağlıydı ve bendeniz hukuk okumamıştım. Hem Türkiye’de hem yurt dışında işletme okurken sadece kontrat hukuku ve iş hukuku dersleri almıştım.
Bir gün ülke müdürü beni odasına çağırttı. Normal şartlarda ya kendi gelir ya da arar. Eğer sekreteri çağırdıysa bu pek hayra alamet değildi. Gittim. “Haydi bakalım!” diyerek içeri girdim.
“Nasıl gidiyor, ne yapıyorsunuz yeni tayin edildiğiniz yönetim kurulunda? Amerikalı yeni ortaklarla ilişkileriniz nasıl?” Konu aşağı yukarı belli olmuştu benim için.
Son yönetim kurulunda Amerikalılar, satın alınan parça kalitesinin yeterli olmadığını, bu durumun ürünün kalitesine olumsuz yansıdığını belirtip tedarikçiyi değiştirmeyi önermişlerdi. Türk ortağın yönetim kurulu üyeleri ise tedarikçiyi öyle bir koruyordu ki zannedersiniz onların kendi fabrikası! Amerikalılar gidince yönetim kurulu üyelerinden biri bana dönüp sertçe konuşmaya başladı: “Sen Türk olarak, bu tedarikçi değiştirme işine bizimle birlikte olumsuz oy vermeli ve Türk tedarikçiyi korumalısın.” Ben de bunun mümkün olmadığını ve o şirketin temcilcisi olduğumu açıkça ifade ettim. “Sizin yerinizde olsam yerli üreticiye durumu söyler ve sorunu düzelttirmeye çalışırdım.” dedim ve odayı terk ettim.
Konuyu bu şekilde ülke müdürüne anlatınca olay onun için de aydınlanmıştı. Bu yönetim kurulu üyeleri beni yurt dışına da şikâyet etmişler ve Zürih’deki Global CEO’ya yazı yazıp “Burada genç bir kadın var. Hukuk eğitimi yok, hukukun başına koymuşlar. O da sıkıntıdan işleri ve şirketi karıştırıp duruyor. Onu görevden alın.” demişler. Tabii böyle bir durum gerçekleşmedi.
Hukuk eğitimi almadan hukuk işlerinin başına nasıl geçtiniz peki?
O zamanın yönetim kurulu, Türkiye’de hukukun başında kim olmalı sorusuna yanıt bulabilmek için globalde hukukun başındaki kişiyi İstanbul’a göndermişti. Ben o zamanlar kontrolördüm. Geldiği zaman üç adet hukuk şirketini benimle birlikte ziyaret edecek ve birini seçecekti. Üç şirketten randevu alınmıştı.
Birinci avukatlık şirketi hem randevuyu hem de bizim şirketi hatırlayamadı. Şirketin başındaki kişi sabah 10’da evinde uyuyordu.
İkinci avukatlık şirketine erkence gittik. Buranın esas ortağı çok ünlü ve yaşlı bir profesördü. “Ben sizin yönetim kurulunuza gelemem. Benim yerime bu kızcağızı koyun. Benden de danışmanlık alın.” dedi. Beni gösterirken odadaki herhangi bir eşyayı işaret eder gibiydi. Üçüncü avukatlık şirketi, en dostça yaklaşandı. Ancak global yöneticimizin deyimiyle, yönetim kurulu toplantısı başına Amerikan standartlarının bile üzerinde bir ücret istediler. Ayrıca şirketin başındaki isim üst perdeden konuşuyordu.
Globalden gelen hukukçu İstanbul trafiğinden ve bu görüşme trafiğinden sıkılmış gibiydi. Çıkışta “Gördüğüm kadarıyla sen bu tanıştığımız avukatlardan daha disiplinli birisin. Üstelik birkaç yerde yakaladım, muhakeme gücün çok kuvvetli, senin helikopter bakışın var.” dedi. “Çok teşekkür ederim ama bu yeterli midir bilemiyorum” dedim. Doğrusu önermeyi aklından geçirdiği göreve hiç de talip değildim ve bu yönde de çekinmeden konuştum. Güldü.
Ülkesine döndüğünde rapor yazmış ve beni önermiş. Bir ay sonraki yönetim kurulu toplantısına davet edildim ve yeni görevim açıklandı.
KAGİDER’in kurucuları arasındasınız…
KAGİDER kurulurken 2003 yılında TÜSİAD’a yeni girmiştim. Çalıştığım ABB “Sen bizi Türk sanayinde temsil et. Böyle kendi kabuğumuzda oturdukça kimse bizi tanımıyor.” demişti. Yöneticilerin hepsi yabancıydı. TÜSİAD’ın o zamanki başkanı Tuncay Özilhan. Tuncay Bey dedi ki “Gülden Hanım bir kadın örgütü kuruluyor. Onlara destek vermek ister misiniz? Ben gitmenizi isterim.” KAGİDER toplantılarına girmeye başladım. KAGİDER toplantısında 37 kadın sırayla konuşuyordu, ben ise elektrik mühendisleri şirketinden geliyordum ve şirkette tek kadın yönetici olarak geniş yetkilere sahiptim. Bu şekilde konuşmalara pek alışkın değildim ve herhalde yanlış adresteyim diye düşündüm baştan. Tekrar bir TÜSİAD toplantısında Tuncay Bey nasıl gidiyor diye sordu. Yanında da rahmetli Mustafa Koç vardı. Dedim ki “Benim uluslararası şirkette profesyonel yönetici olduğumu söylüyorlar ve beni kadın girişimci olarak görmüyorlar. Onun için ben pek orada kalamayacağım herhalde, atacaklar beni.” Mustafa Koç dedi ki “Olur mu, o şirketi sen yönetiyorsun, senin orada kalman lazım, katkıda bulunman lazım.” Bu sefer de ben korktum. Şimdi kalkıp gidip onlara diyecek ki “Bu kadını kaçırmayın.” Onlar da diyecekler ki yemeyip içmeyip Mustafa’ya mı gittin bizi şikâyet etmeye. Rahmetli çok büyük bir insandı. Uzun bir süreçten sonra KAGİDER kuruldu ve o da konuşma yapmaya geldi. Orada beni görünce “Burada olmandan çok memnun oldum” dedi. Mustafa Koç hem o konuşmayı hatırlıyor hem de kadının kadına yardım etmesini ve kadının güçlendirilmesini istiyordu.
KAGİDER başkanlığım sırasında Türkiye’de kadın derneği sayısı artsın diye uğraşıyorduk. Yurt dışı seyahatlerinden dernekler getiriyorduk. Bir gün Prof. Dr. Funda Sivrikaya Şerifoğlu ve İffet Özgönül geldiler ve biz Amerika’dan bir dernek getirmek istiyoruz dediler. “Ne güzel! Destekleriz.” dedim. Uluslararası Kadın Forumu kuruldu ve ben de IWF’in kurucu üyelerinden biri oldum. Yıllarca şirketlerde liderliğin önem ve gelişmesi için çalışan biri olarak uluslararası bir kadın derneği olan IWF Türkiye’nin yönetim kurulu başkanı olmak çok gurur verici. Her bir üyemiz ayrı bir başarı hikayesi ve iyi bir lider.