İstanbul’un deprem gerçeğine neden duyarsızız?

A. LEVENT ALKAN

Hemen düzeltiyorum; sadece duyarsız değil kör, sağır, dilsiziz. Gözümüz, kulağımız ağacın dalındakilerde, ormanla ilgilenen yok. Zihinsel dilsizlik, sağırlık, körlük öyle kolay da değil. İdeolojik körlük zor mesele.  Konu futbolsa, körlük tanımı dar alanda kısa paslaşmak. Konu teolojiyse, kendine müslümanlık.

9 Mart 1971’den beri her zaman eksik olan, dürüst adamların eksikliğiydi. Cumhuriyetin o güne kadar ki tüm kazanımlarının yıkacak süreci başlatacak 12 Mart 1971 darbesi, cumhuriyeti koruması beklenen subayların birbiriyle anlaşmazlığı yüzünden, 3 gün sonra Nato’cu ve emperyalist bir darbe yaşanmıştı. Sonrasında Ziverbey işkenceleri ve adım adım 12 Eylül 1980’e giden süreç gerçekleşti.

Vurdumduymazlık, bana dokunmayan bin yıl yaşasıncılık,   her koyun kendi bacağındancılık, gemisini kurtaran kaptancılık, miyopluk, ya da tulumbacı sendromu gibi ruhsal mikropluk...

Eski İstanbul’da tulumbacılar bugünkü itfayecilerin yaptıkları işi yapıyorlardı. Tulumbacıların örgütsel yapıları tam bir başıboşluğun ve curcunanın içindeydi. Mesela tulumbacılar yangın haberini alır almaz olay bölgesine koşarlarken müthiş bir yarış içindedirler, “kim daha önce yangın yerine ulaşıp yangına müdahale edecek*”. Çünkü kim söndürürse, aferini ve bahşişleri o toplayacaktır. En keskin, en ölümcül, en acımasız rekabet yaşanır. Yolun ortasında birbirleriyle kapışır usturalarını çekerler; birbirlerine düşman iki farklı grup tekme tokat girişir. Bu arada evler yanar kül olur. İşte tulumbacıların kendi kişisel çıkarları için didişmeleriyle esas hedeflerinden tamamen koparlar. Asıl hedefleri yangını söndürmek olan tulumbacılar bir anda peşinde birkaç ölü ve 3-5 yaralı bırakan kavgayla iç içe kalırlar.

Tulumbacı sendromu yaşayan Marmara bölgesi, yaklaşan depremi unutup, metroların üstüne “U” ve “M” işaretleri koyarak bölgenin deprem gerçeğini, “sen yaptın, ben yaptım” kavgasına indirgeyebiliyor. “Giderlerse gitsinler” anlayışıyla ötekileştirilmiş vasıflı insan gücümüz gerçeğimiz var. Nüfusumuz yaşlanıyor. 20 yılda çalışabilir işgücünün genç nüfus kısmı, 28’den 33’e çıktı; değerlendiremedik. Yüksek Öğretim Kurumu YÖK, üniversiteye giriş sınavında İstanbul için sınırlı kontenjan ile planlamayı en tepeden yapmalıdır. Çünkü durum o kadar vahimdir. Anadolu’daki öğrencilerin İstanbul tercihleri Ankara, Eskişehir, Erciyes’e yönlendirilmelidir. AD Scientific Index istatistik kayıtlarına göre Türkiye’nin tıp eğitimine yakından bakalım. En çok sayıda bilimsel atıfla eğitimcisini barındıran, en çok ses getiren bilimsel araştırmalar yapabilen kuruluşlar sıralamasında ulusal 25 üniversitelerimiz sırasıyla şöyledirler:

1.Hacettepe
2.Ankara
3.Çapa
4. Ege
5.Sağlık Bilimleri (Gata)
6. Marmara
7.Cerrahpaşa
8. Dokuz Eylül
9.Gazi
10. Erciyes
11. Atatürk
12. Selçuk
13. Fırat
14. Akdeniz
15. İnönü
16. Karadeniz Teknik
17. İstanbul Medeniyet
18. Anadolu
19. Celal Bayar
20. Osmangazi
21. Gaziantep
22. Sakarya
23. Uludağ
24. Çukurova
25. Ondokuz Mayıs

 

Eskişehir 20 yıl içinde devasa bir üniversite şehrine dönüşebildi. Türkiye’nin en öğrenci dostu şehri olabildi. Demek ki planlama ve doğrucu bir uygulamayla çok şey başarılabilir. Depremde hazırlanması gereken 3 ayak var bunlar: İnsan, şehir, kurum. İstanbul’da sadece burada ikamet edenlerle (son beş yılını burada yaşadığını kanıtlayarak) sınırlamak gerekiyor. Çünkü tehlike çok büyüktür. Bir ülke geleceğini ateşe atamaz. Aynı şekilde İstanbul finans merkezi projesi kamu kurumlarını İstanbul’a taşıdı. İstanbul bir finans merkezi olmadı. Sadece depremde patlamaya hazır bomba oldu.

Uzun lafın kısası yaşayıp göreceğiz. İstanbul ve dolayısıyla Marmara bölgesi Türkiye ekonomisinin %60’ı. Bölge çöker, Türkiye çöker. Gerçekler bangır bangır bağırıyor ama duymak isteyene. Duymak istemeyenden daha derin bir sağırlık olmazmış, olmaz olsun böyle sağırlık. 

Kaynak: Pr Dr Naci Görür, Pr Dr Üstün Dökmen, AD Scientific Index.

Tüm yazılarını göster