Türkiye'de özellikle son 10 yıldır iç politika ile dış politika iyice birbirine girmiş durumda. Daha net anlatımla, ülkenin dış politikası "tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bekası ve refahı için" yapılmaktan çıkıp, sandıkta birkaç oy daha fazla çıkarabilmek üzerine kurulu epeydir.
İç politik rüzgârın seyrine göre dış politikada gerçekleşen "180 derece dönüşler" bunun somut örneği; Türkiye'de ekonomik göstergelerin daha iyi olduğu dönemlerde Suriye, Mısır, Yunanistan liderleri konusunda iktidar temsilcileri tarafından kullanılan "sıfatlar" ve atılan hamasi nutuklar, ekonomi bozulduğunda birden bire unutulup, "kardeş/dost" söylemine dönülmedi mi?
Türkiye gerçekten İsrail’in hedefinde mi?
Şimdi Hamas'ın İsrail'e saldırıları ile başlayıp, İsrail'in karşılık olarak tüm bölgeyi kan gölüne çevirdiği Ortadoğu kaosunda da aynı durumun yaşandığına ilişkin pek çok işaret var;
İktidar sözcülerinin "İsrail'in bir sonraki hedefi Türkiye" çıkışının ardından gelen kredi kartı limitinden, araç alım satımına getirilmeye çalışılan ek vergileri, "savunma sanayi fonuna gidecek" diyerek aklamaya çalışan iktidar sözcülerinin açıklamalarını bir de bu açıdan düşünmek gerek elbette.
Asıl soru ise şu; Türkiye gerçekten İsrail'in hedefinde mi?
Bunun için hem ABD destekli İsrail'in Ortadoğu'daki hamlelerine, hem de Türkiye'de iktidar partisinin bu hamlelere karşı -söylediklerine değil- adımlarına bakmak gerekli;
- Atılan İsrail karşıtı hamasi nutuklara rağmen, Türkiye-İsrail ticareti Netanyahu hükümetinin Gazze'ye kanlı operasyonlara başlamasının ardından aylarca devam etti. Hükümet önce ticarete kısıtlama koydu, sonradan tümüyle kesilmesi kararı aldı. Peki, ne oldu? İsrail'e ticaret düşerken, İsrail'in fiili kontrolü altındaki Filistin topraklarına Türkiye'nin ticareti birden bire olağanüstü arttı. Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerine göre Türkiye'nin Filistin'le ihracatı 9 ayda 14 kat arttı. 2023'ün ilk 9 ayında 91 milyon 276 bin dolarlık ihracat yapılan Filistin'e, 2024'ün aynı döneminde 571 milyon 186 bin dolarlık ürün satıldı.
- Türkiye bir NATO ülkesi. Eğer iktidar partisi sözcülerinin bahsettiği "İsrail tehdidi" varsa, Türkiye'nin NATO müttefiklerini alarma geçirmesi gerekmez mi?
2020'de Suriye'nin kuzeyinde onlarca Mehmetçik Rus uçaklarının saldırısı nedeniyle şehit olduğunda, 2015'te iki seçim arasında Türkiye'yi yakan terör dalgası üzerine ve 2012'de bir Türk jetinin Rus uçakları tarafından düşürülmesi üzerine AK Parti hükümeti NATO'nun 4. maddesini işletmiş ve müttefiklerini "danışmalar" için toplantıya çağırmıştı. (NATO Antlaşması'nın 4. maddesi müttefik ülkelerden herhangi birinin 'tehdit' hissetmesi halinde, NATO müttefiklerini 'danışmalar için' toplantıya çağırmasını öngörüyor).
"Bir sonraki hedefi Türkiye" denilen İsrail için bu yöntemin uygulanmıyor olması ilginç değil mi?
- İsrail'in Gazze'ye ve Lübnan'ın güneyindeki Hizbullah mevzilerine yönelik yaptığı saldırılar konusunda da Türkiye'deki iktidarın yaklaşımı -en hafif deyimiyle- ikircikli oldu. Müslüman Kardeşler hareketi bağlantılı Sünni Hamas için AK Parti hükümeti yeri göğü yıkarken, aynı İsrail'in saldırdığı Şii Hizbullah için bu yapılmadı. "Saldırgan ve yayılmacı" olarak nitelenen İsrail'in İran'a karşı doğrudan hamlelerine de pek ses çıkarmadı AK Parti yetkilileri. Aksine, AK Parti hükümeti tarafından atanan TRT Genel Müdürü Zahid Sobacı, Bursa Uludağ Üniversitesi’nin 2024-2025 açılış töreninde, İran’ı hedef alarak “Bu yılın sonunda TRT Farsça kanalını açacağız. İran'ı rahatsız etmek durumundayız, İran’ı rahatsız etmek zorundayız” diye açıklama yaptı.
Eğer Türkiye gerçekten "İsrail tehdidi" altındaysa, İsrail'le doğrudan çatışan İran'a karşı tavır almak ne anlama gelir? Hakikaten anlamak mümkün değil.
Yeni Anayasa meselesi
Böyle bir ortamda bizzat TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş'un sözleriyle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın değişmez ilk dört maddesinin tartışmaya açılması da ayrıca anlamlı. Kurtulmuş, özellikle "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir" maddesini eleştiriyor.
Oysa bizzat bu madde, Türkiye'nin daha önce Lübnan'da, Irak'ta, Bosna'da dış müdahaleler sonucunda kurulan "etnik ya da dini kotalara dayalı idari sistemlere" karşı bir güvence. Cumhurbaşkanlığı'nın, başbakanlığın, Meclis başkanlığının liyakate göre değil de, kişinin etnik ya da dini özelliklerine göre kurgulanan sistemlerin getirdiği sonuç ortada; Irak'ta kaos ve ülkenin zengin petrol kaynağına rağmen halktaki fakirlik, Lübnan'da iç çatışma ve ekonomik iflas, Bosna'da kargaşa ve devlet sisteminin işleyemez hale gelmesi.
Yeni Anayasa tartışmalarına dalmadan önce, bu ülkelerde yaşananlara iyi bakmakta fayda var. Oralarda dış müdahalelerle yapılanların, Türkiye'de Anayasa'nın değiştirilemez ilk dört maddesi üzerinden yapılması, bu güzel ülkenin geleceğini karartır.