7143 sayılı Kanun’la 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen geçici 16. madde kapsamında yapı kayıt belgesi başvurusu olumlu sonuçlananların, yapının bulunduğu arsanın emlâk vergi değeri ile yapı yaklaşık maliyeti toplamı üzerinden konutlarda yüzde 3, ticari kullanımlarda ise yüzde 5 oranında yapı kayıt bedeli ödemeleri öngörülmüştü. Yapı kayıt bedellerinin şirketler ve işletmeler tarafından ödendiği hallerde bu mükelleflerin söz konusu ödemeyi doğrudan gider mi yoksa maliyet unsuru olarak mı dikkate almaları gerektiği konusunda yaşanan duraksamaya dayalı davalarda Danıştay, bu ödemelerin doğrudan gider yazılabileceğine hükmetti. Danıştay’ın bu yöndeki kararları, geçtiğimiz hafta gazetemiz yazarlarından Sayın Abdullah Tolu’nun köşe yazısına (14.2.2024) konu olduğundan, ayrıntıya girmiyorum.
Ancak Sayın Tolu’nun yazısı, bana tekrar giderlere veya harcamalara özgürlük konulu yazılarımı aklıma getirdi. Bu konudaki son yazımı da zaten yine Sayın Tolu’nun şirketlerin faaliyet alanları ile ilgili derneklere üye olmaları halinde, bu derneklere ödedikleri aidatları gider yazamayacakları yönündeki özelgeleri eleştiren “Dernek Aidatını Gider Yazma Sorunu Devam Ediyor” başlıklı yazısı üzerine yazmıştım.
Yaşanan ve bana göre gereksiz ve yapay olarak üreyen pek çok duraksama veya ihtilafın özüne, tekrar bir bakalım.
Bir harcamanın gider yazılabilmesi esas itibariyle Gelir Vergisi Kanunu’nun 40. maddesinde, “ticari faaliyetle illiyet bağı bulunması” koşuluna bağlanmıştır. Bu koşul kanunda, “ticari kazancın elde edilmesi ve idame ettirilmesi” şeklinde vurgulanmıştır. Düzenlemeye göre; bir harcama, ticari faaliyetin ifası (kazancın elde edilmesi), sürdürülmesi (idame ettirilmesi) veya muhafazası (sigorta vb.) için yapıldığı takdirde, gider yazılabilecektir. Tabii ki burada illiyet bağının ispat yükü, -genelde- mükellefe aittir (örneğin seyahatin iş seyahati olduğunu, yemekli ağırlamanın müşterilere yapıldığını ispat etme gibi). 40. maddede bu belirleme yapılamasa idi de, zaten “”vergilendirilecek gelirin safi olması” ilkesi bu sonucu vermektedir.
Özelgelerde ise dikkati çeken “ticari kazancın elde edilmesi ve idame ettirilmesi” ibaresinin, illiyet bağını ifade etmesinden de öteye taşınarak “harcamanın, kazancın elde edilmesi ile “sıkı sıkıya” bağlı olması” koşulunun arandığı/ihdas edildiğidir. Bu da idari anlayışın kanunda olmayan bir koşul daha ihdas ettiğini göstermektedir. Burada aklıma Ceza Muhakemesi Hukukunun “makul şüphe”, “somut delillere dayalı kuvvetli şüphe”, “delalet eden emare” tartışması gelmektedir.
Öte yandan Bakanlığın yorumları ise güne, ortama ve hazinenin menfaatine göre değişebilmektedir. Aynı kanunun aynı maddesine göre, bir tarihe kadar serbest meslek erbabı bürodaki yemek, çay-kahve giderlerini gider yazamazken, yine bir tarihe kadar mesleki sorumluluk sigortası primlerini gider yazamazken, bir tarihten sonra yazabilir hale gelmiştir. Bütün bu yorumlar aynı kanun maddesine göre yapılmıştır. Bu görüş değişiklikleri, ne yargıda ne de idarede görüş / içtihat değişikliğinin sebebinin açıklanması geleneğinin olmaması sebebiyle, ancak idare hukukunun “hikmet-i hükümet” (genç hukukçular bunu “devlet aklı” diye Türkçeleştiriyorlar) teorisi ile açıklanabilmektedir. Bu örnekleri kolaylıkla çoğaltmak mümkündür. Giderler konusundaki bu sorunlu özelgeleri, yargı kararları ışığında bir taramaya tabi tutuyorum. Tamamladığımda yayınlayacağım.
Bence uygulamada gider sorulu özelge taleplerine Gelir İdaresi’nin, “yaptığınız harcamanın faaliyetinizle illiyet bağını kurabiliyorsanız ve bunu incelemelerde ve/veya yargı önünde kanıtlayabiliyorsanız gider yazabilirsiniz” şeklinde yanıt vermesi en doğru olanıdır. Zaten günümüzde mükelleflerin, işletmelerine danışmanlık hizmeti verebilecek YMM’lik, SMMM’lik ve Avukatlık gibi meslekler varken, Gelir İdaresi’ne bedava danışmanlık yaptırtması, zaten yanlış olandır. Söz konusu meslek mensuplarının sorumluluğu alarak ve araştırma yaparak cevap vermek yerine, sorumluluktan kurtulmak için topu Gelir İdaresine atması da bir başka yanlışlıktır. Öte yandan gider yazabilme sorununun, özelge bazında değil, ancak ilke bazında ve kanun düzeyinde çözülmesi gerekmektedir.
Vergilerin “mali güç” oranında ödeneceğine ilişkin Anayasal ilkenin ötesinde, kazanç vergilerinde vergilendirilecek gelirin özelliklerini belirleyen GVK’nın 1. maddesinde yer alan “gelirin gerçek olması” ve “gelirin safi olması” ilkeleri karşısında, “bir faaliyetin/kazancın elde edilmesi, korunması ve sürdürülmesi için yapılan her türlü harcamanın/giderin matrahtan indirilmesinin, kanunlarca yasaklanmadıkça, asıl olması” gerektiğini rahatlıkla ifade edebilirim.
Bu sebeple indirilecek giderleri düzenleyen kanun maddeleri gereksizdir. Kanunda sadece ilkenin; “kazancın / iradın elde edilmesi, korunması ve sürdürülmesi amacı ile arasında illiyet bağının bulunması” ilkesinin belirtilmesi (ve illiyet bağının ispatı yükünün kime ait olacağının belirtilmesi) bence yeterlidir. Burada belki belli bazı giderlerin indirilebileceği, sadece tereddüt konusu olabilecek nitelikte ise ve örnekleme yöntemi ile kanunda yer sayılabilir.
Yasalarda olması gereken, davranışa izin veren hükümlerin değil, izin vermeyen hükümlerin yer almasıdır. Hiçbir yasa hakların ve özgürlüklerin kullanılmasına izin veren hükümler içermez. Yasalarda bulunması gereken, hakların kötüye kullanımını önleyen veya bir düzen içinde kullanılmasını sağlayan veya hakkın kullanımına haksız müdahaleleri önleyen hükümlerin bulunmasıdır. Aksi görüş, nefes almaya izin veren hükmü yasalarda aramaya kadar bizi götürür. İdari ve yargısal yorumlarda da bu ilkeler doğrultusunda hareket edilmesi gerekir. Bu nedenle gelir ve kurumlar vergisi açısından kanunen kabul edilmeyen giderlerin yasalarda sayılması bence yeterlidir.
Gider yazmalar kısıtlandıkça, gider yazılabilecek kalemlere sınırlar ihdas edildikçe, mali güce göre vergilendirme hakkının kısıtlandığı düşüncesi ile mükellefler dengeyi kayıt dışına kaymakla bulabilirler. Buna yol açmamak gerekir.