Bir anı
Cep telefonları Türkiye pazarına yeni girmişti. Büyük bir yenilikti. Edinilmesi ve kullanılması ile büyük bir kolaylıktı. Örneğin, sabit telefon edinirken yaşadığınız bekleme süreleri yoktu. Parayı bastırınca anında bir telefonunuz oluyordu. Mekan kavramı da ortadan kalmıştı. Bu telefonu taşıdığınızda size her yerde ulaşabiliyorlardı. Ama her yeni şey gibi pahalı idi. Telefon cihazının, cihaza alınacak hattın hatırı sayılır bir maliyeti vardı. Konuşma sürenize göre ödeyeceğiniz aylık fatura tutarı da yüklü idi. Bugünlerde evlere gelen elektrik ve doğalgaz faturalarına kadar ulaşamasa da, pahalı idi.
Bankada bir talep patlaması olmuştu. Herkes kendisine bir cep telefonu tahsis edilmesini istiyordu. Telefon, bankanın yaptığınız göreve, dolayısıyla size verdiği önemin adeta bir göstergesi idi. Böylece bankadan telefon almak bir prestij meselesi olmuştu. Kişiler “Yaptığı işin ne kadar önemli olduğunu, anında ulaşılabilmeleri gerektiğini” belirterek yönetime başvuruyordu. Banka, 130 yıla yaklaşan geçmişi olan bir Fransız bankası idi. Ama “İtibardan tasarruf olmaz” biçiminde, görgüsüz ve aptalca bir mirasyedi anlayışı yoktu. Harcamalar öyle hovardaca yapılmazdı. Bir harcama yapılmadan önce kılı kırk yararak hesap yapılır, harcamanın gerekli olup olmadığı irdelenirdi. Bu nedenle bankada kime telefon verilecek kararında da bu tasarruf ilkesi egemen oldu. Ama yeni bir harcama kalemi olduğu için henüz bütçeye girmemişti ve tahsis kuralları belirlenmemişti. Bu nedenle telefon isteklerini tek tek değerlendiriyorduk. Fransız Genel Müdür ile oturup kişilerin yaptığı işin niteliğine göre tahsis kararı vermeye başladık.
Bir gün Genel Müdür gülerek bana “Biliyor musun Dr. Tandoğan, sen akıllı bir adamsın” dedi. Ben de gülerek “İltifat için teşekkür ederim, ama şimdi bu nereden çıktı?” diye sordum. Genel Müdür şöyle dedi “Çünkü sen de benim gibisin. Cep telefonun yok ve istemiyorsun. Bak benim de yok. Mesai bitip bu binadan çıktığımda hürüm. Kimse bana ulaşamıyor.”
Bu durum böyle devam etti. Banka satılınca yeni gelen gelen müdür “Telefon kullanmamak gibi bir lüksünüz yok. Telefonunuz olacak ve 24 saat açık kalacak. Sizlere her an ulaşabilmeliyim.” dedi; telefonlandık. Telefonumuz oldu ve özgürlüğümüzü kaybettik. Zihnimiz, günün yirmi dört saatinde genel müdürün telefon tacizine açılmış oldu. Bir gece 22:30 sularında telefonum çaldı. Genel Müdür bir isim söyleyip “Bu memur neden istifa etmiş?” diye sordu. Ben de “Arkadaşlar konuşmuştur onunla. Yarın size söylerim” dedim. Genel Müdür hayretle sordu “Siz yoksa bankada değil misiniz?”. Ben de “Hayır evdeyim” dedim ve ekledim “ Biliyorsunuz ben evliyim”.
Çalışma saatleri
Yirminci yüzyılın başlarına kadar mavi-yakalı işçilerin haftada 70 ila100 saat çalışması normal bir uygulama idi. Örneğin, Sanayi Devrimi sırasında İngiltere’de fabrika işçileri günde 16 saat ve haftada 6 gün çalışıyordu. Yani “Çalış-uyu-çalış” çevrimine göre bir yaşam düzeni kurulmuştu. Ancak imalatçı ve işçi dostu olan Robert Owen 1817 yılında ortaya yeni bir fikir attı. Bu, günün “8 saat çalışma, 8 saat eğlenme, 8 saat dinlenme” olarak üçe bölündüğü yeni bir çevrimdi. Ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Henry Ford, 1920’li yıllarda “9-5” mesai saatini uygulamaya geçirdi. Zaten işçi sendikalarının da baskısı ile mesai saatlerinin kısaltılması konusunda bir kamuoyu oluşmuştu.
Acaba Henry Ford “9-5” mesai sistemini sırf “işçi dostu” olduğu için mi getirmişti? Bilemeyiz. Bu kararı sermayeyi korumak için de almış olabilir; ama beşeri sermayeyi. Çünkü beşeri sermayenin aşırı yıpratılmaması gerekir. Ertesi gün de işe geldiğinde tam verimli olarak çalışabilmesi için kişinin makul bir süre dinlenmesi gerektiği gerçeğini Henry Ford görmüştü.
Bilgi işçisine her yer işyeri
Çalışanın işyerinde kalma süresi kısaltılmış ve sorun çözülmüştü. “Delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu” derler. Aynı biçimde “Cep telefonu icat oldu, çalışanın huzuru bozuldu.”
Eskiden mesainiz bitip işyerinin kapısından çıktığınızda yukarda anlattığım öyküdeki genel müdür kadar hür iken, şimdi işyerinden çıkamıyorsunuz. Kemalettin Kamu’nun “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” örneği, “Ben işyerinde değilim, işyeri benim içimde” olgusu yaşanmaya başladı. Beyaz-yakalı çalışan, her an ulaşılabilir oldu; adeta Sanayi Devrim’indeki mavi-yakalı işçiye döndü.
Yöneticilerin ve patronların, çalışanı evinde telefonla rahatsız etmeleri yetmedi. Son yıllarda yaşadığımız, salgın dolayısıyla daha da artan, “uzaktan çalışma” düzeni ile işyeri fiziksel olarak da çalışanın evine girdi. Şirketin işleri, çalışanın mutfak masasını, bir çalışma günü sonunda uzanarak televizyon seyrettiği kanepesini, kitabını ve gazetesini okuduğu koltuğunu işgal etmeye başladı. İş ve özel yaşam, adeta tahin ile pekmezin karışması gibi birbiri içine girdi.
İş ve özel yaşamın böylesine birbiri içine girmesi sağlıklı değildir. Örneğin, evden çalışma düzeninde iş bağımlısı (workaholic) birisi için özel yaşam zamanı tümüyle sıfırlanabilir. Bu da kişinin önce ruhsal, sonra fiziksel sağlığı için büyük bir tehlikedir. Bunun sonucunda zarar görecek olan sadece çalışan değil, işveren de olacaktır. Bu durum sadece iş bağımlılar için de geçerli değildir. Yöneticiler de aşırı iş yüklemeleri ve günün her saatindeki telefon, toplantı ve mesaj ile de çalışanları taciz edebilirler. Onların özel yaşamlarındaki zaman kalitesini, huzurunu bozabilirler. Halbuki yöneticiler, işletmenin fiziksel sermayesi kadar işletmenin beşeri sermayesini de korumak zorundadır. Bu, insani bir tavır kadar, finansal bir zorunluluktur.
Sonuç
Bitirirken iki sorum olacak. Eğer bir yönetici iseniz, çalışanınızın iş dışındaki zamanına ne kadar saygı gösteriyorsunuz? Eğer bir çalışan iseniz, iş ve özel yaşam dengesinizi ne kadar gözetiyorsunuz?