Gün geçmiyor ki karşıma biri çıksın ve “projesinden” bahseder olmasın. Dinlediğim birçok projenin aslında bir fikirden ibaret olduğunu ve projeye dönüşmesi için en azından bir zaman planı ile bütçesi olması gerektiğini tekrar etmekten yoruldum desem yanlış olmaz.
İnsanların parlak fikirleri projeye çeviremeden çöplüğe göndermesini sebebi, gelişmekte olan ülkelerde marifetli çocuklardan çok malumatlı çocuklardan hoşlanılması. Zorunlu ihtiyaçların güçlükle karşılandığı bu ülkelerde, parlak fikirlerin projeye, projelerin gerçeğe dönüşmesi için adil bir ortam bulunamaz. Dolayısıyla Eflatun’un dediği gibi, “dehanın nereden çıkacağı belli belli olmaz” yaklaşımını kabul etsek de, hiç kimse kendi köyünden bir dehanın çıkacağına inanmaz. Dağdaki çobanın bir sınavda birinci olması bile inancım pekişmesine yetmez. Bu sebeple, bizim gibi ülkelerde insanları binalara tıkıp, mesai yaptırarak çalıştırmak en temel yaklaşımdır. Yüzlerce binlerce insan çalıştıran patronlar, kendilerinden daha akıllı insanların varlığını kabul etmezler. Dolayısıyla oldukça verimsiz bir çalışma ortamını onlara reva görür, herkesin fikrini alacaklar platformlardan uzak dururlar.
Maalesef, bizim gibi ülkelerde patronlar başkalarının fikrini kolay kolay benimsemezler. Bu sebeple akıllı yöneticiler parlak fikir ya da projeleri patrona kabul ettirmek için değişik metotlar uygularlar. Bunların başında gelen, parlak fikri patronun fikriymiş gibi lanse etmektir. Ancak bunu sadece üst düzey yöneticiler yapabilir, maalesef alttan gelen fikirler yukarı çıkamadan öğütülür. Patron akıllı yöneticilerden korktuğu gibi, üst düzey yöneticiler de akıllı astlardan korkarlar. Dolayısıyla inisiyatif kullanan, sorgulayan, hiyerarşi yerine network kuran, gizlilikten çok şeffaflık ile çalışan, hedeflere göre performans ölçütlerini belirlemiş firmalar yok denecek kadar azdır.
Aynı durum akademi için de geçerlidir. Sanatçıları, sporcuları, bilim insanlarını binaların içerisinde mesai yaptırarak verim alacağını sanan yöneticiler mevcuttur. Hâlbuki akademisyenlerin en kutsal görev olan dersler ve öğrencilere yapılan danışmanlıkları harfiyen icra etmeleri haricinde, sanayide, piyasada, sanat dünyasında ve sporda tecrübe kazanmaları gerekir. Binaların ve odalarının içine hapsolmuş hiçbir personelden verim sağlanamaz. Bütün bu anlattıklarım 21. yüzyılın başından itibaren yapılan tüm araştırmalar ve anketlerle ispat edilmiştir.
Şimdiki haliyle işyerleri insanlara zorla mesai yaptıran ve bu şekilde merkeziyetçi hükümetlerin asayiş yaklaşımına hizmet eden, genç işsizliğe geçici çare için kampüsleri dolduran, yöneticileri ve personeli yeniliklere teşvik etmek yerine kurulu düzene itaat etmeye zorlayan bir haldedir. Dolayısıyla bütün yük toplam personelin yüzde 10’uyla sınırlı insanlardadır. Bu bina düzeninde insanların birbirlerinin casusluğu yapması, üst düzey yöneticilerin kabahatlerini görmezden gelmesi istenir. İnsanları duvarlarla sınırlamak aslında psikolojik bir baskıdır. Bu düzende verimli olanla verimsiz olan birbirine karışır. Becerikli olan personel standart seviyeye indirilir.
Ne yazık ki gerçekten binanın içinde çalışması gereken personelin toplam personel içindeki payı, günümüz teknolojileri çerçevesinde, en fazla %10’dur diyebiliriz. “Bize insan dokunuşu lazım” diyerek insanları binaların içinde tıkıştıran ve onları insan dokunuşundan mahrum bırakan anlayışı hem endişe ile hem de üzüntüyle izliyorum. Sabahtan akşama çalışma arkadaşlarından başka kimseyi görmeden yaşayan insanların kimseye sağlayacağı bir katkı yok. İnsan kaynağının değerinden çok gayrimenkulün değerine dayanan ekonomik yaklaşımın sonucudur bu.
Bu yazdıklarıma itiraz edecek çok sayıda kişi olacaktır mutlaka. Bugün hangi sektörlerde hangi firmaların zirveye nasıl ulaştığına bir baksınlar ondan sonra konuşuruz.