Dünya olarak zor günlerden geçiyoruz. Sadece dünya mı? Ülkemiz de öyle… Salgın, kaçıncı pikini yaptı belli değil ve aşının olumlu etkilerini görebilmek için daha zamana ihtiyaç var. İşsizlik had safhada, her 3 kişiden biri işgücünde atıl, ev genci sayısı 7 milyona koşuyor.
İlk defa böylesi müşkül duruma düşmedik. Geride bıraktığım yılları Ramazan üzerinden sayarsam dahi 60’ı devirdiler. Savaşı gördük, krizi gördük, afeti gördük, kıtlığı gördük… Hele ki ekonomik krizlerde yaşadıklarımızdan öğrenebildiğim şudur: Çaresizseniz, çare sizsiniz…
Kriz zamanlarında ilginç bir kümelenme oluyor; 1-krizin mağdurları (krizzedeler) 2-krizden beslenenler (krizzadeler). Çözüm, krizden bunaldığımız noktada gelebiliyor ancak. İlginç bir özelliğimiz; krizlerden çıkma yeteneğimizdir. Ancak kötü haber, krize sürüklenirken aynı beceriyi gösteremeyişimiz…
İnanç; felaketi yenmeye odaklanırken fark doğurur. İnsan, inandığıdır. Ülkeyi zora sokarken kaybedilen inanç; bu zordan kurtulurken geri geliyor nedense… Batı dünyası, bizim krizlerden çıkış sürecimizin kısalığına hayret etmiştir hep.
Fakat sorun şu ki krize sürüklenirken tutarsızlıkların arttığı, inancın yitirildiği, bireylerin bencilleştiği süreçte, başımıza bir felaket gerçekleşmeden tedbir alamıyoruz. Şirketlerimiz de aynı durumdadır ve iflasın eşiğine gelmeden tedbir geliştirenimiz fazla değildir.
ÖNCE SORUNU KABULLEN SONRA ÇÖZECEĞİNE İNAN
Cennet vatanı arada cinnet vatana çeviren de biz. Çareyi bulup krizden kurtulan da yine biz… Fakat gözden kaçırdığımız, cennet ile cinnet arasında gidip gelirken ödediğimiz maliyettir.
Acaba felaketlerden çıkma yeteneğimizi, felaket önlemede kullanabilseydik, kaç Türkiye kazancımız olurdu dersiniz? Önce krizi kabullenip sonra çözüme inansak, kaybımızı azaltabiliriz oysa…