Devletin ve kralın veya imparatorun siyasal teolojide defalarca yeniden şekillendirilen dinsel sembollerle bezeli imgeleri gerçekten de Roma hukukundan mı geliyordu? Yoksa rüşeym halinde miras alınan bir Roma fikir çekirdeği Canon Law ve Common Law merceklerinde kırılarak geleceğe devredildiği için mi tipik biçimde sonradan tarihe geri dönülerek 11. ve 12. Yüzyıllarda “var olmuş olması gereken” bir köken arayışı başlatıldı? Dante tarafından açıkça yeryüzünde cennetin krallığı olarak yüceltilen Roma imparatorluğu hukuki ideolojisinde sadece başlangıçtaki populus Romanus –Roma halkı- referansıyla yol alan, toprak ve ulus kavramlarıyla ilgisi hiç olmamış bir yapı mıydı? Augustus ile imparatorlar dönemi başladı ki elbette imparator ve demokrasi en azından ilk bakışta pek bağdaşmaz. Elbette Kutsal Roma-Cermen imparatorlarının çoğunun seçilmiş olması gibi bir durum var ama buna demokrasi demek kolay değil. Bağdaşmaz ama sadece Atina’da değil Roma’da da demokrasi nüveleri vardı. Romanın hem hukuki hem siyasi mirası çok önemliydi –bütün Orta Çağ budur belki de- ancak siyasi mirası ikili bir miras sayılabilir. Batı demokrasileri –ki sayıları azdır ve buralarda yaşayan nüfus dünya nüfusunun 1/10’u, 1/9’u, 1/8’i yapar mı bilinmez- Roma (ve Roma hukuku) olmasa var olmayabilirdi. Ancak Roma mirası ikili: Senato da imparator da var. Ne yapalım?
Kilise gibi seküler otorite de imperium mundi idi. Roma’da cisimlenen imparatorluk, “yeryüzü krallığı”, tüm prensliklere, tüm monarşilere, hatta tüm cumhuriyetlere uygulanabilecek şekilde evrensel ve ebedi ise –imperium mundi bu anlama geliyor –mundus; yer ve gök- herhangi bir imparatorun başına bir şey gelse de imparatorluk sürecekti. Hatta imparatorluk de facto yıkılsa bile imperium mundi kilisenin korumasıyla, sacerdotium garantisi altında hüküm gününe/dünyanın sonuna kadar de iure –hukuken- devam edecekti. 14. ve 15. Yüzyıllarda dünyevi (seküler) otorite taraftarlarının ve hatta cumhuriyetçilerin –devletin biçimi monarşi olmasa dahi özünün değişmeyeceği tezine dayanarak- bu savları nasıl kullandıklarını görmek için Otto von Gierke hatırlanabilir: Monarşiye bağlılıklarını cumhuriyetçi dile tercüme ettiler. Peki, modern milliyetçiliklerin ulusu territorium ve giderek habitus temelinde tanımlanacak bir varlık olarak veya tam tersine ethos bazlı ve sonunda ethos’u sağlam zemine yerleştirecek völkisch bir kavram olarak görmeleri –ulusun kurgulanışına/kuruluşuna götüren bu iki farklı patika- imperium mundi ve populus Romanus ile bir akrabalık ilişkisine sahip miydi? Herder’in ‘yeryüzü kültürü’, giderek ‘insanlık-ağaç-bahçe’ metaforları imperium mundi’nin bir transliterasyonu muydu? Ulus da aslında hüküm gününe/dünyanın sonuna kadar de iure hep devam eder mi, ‘sonsuz bir şekilde sürekli’ midir diye sorabiliriz. Eğer böyleyse ulusun anlaşılamayacağı, özünün akıl yoluyla kavranamayacağı veya ancak kısmen kavranabileceği bir Kantian “kendinde şey” olduğunu iddia etmiş olabiliriz.
Daha öncesi var. St. Augustinus (Augustinus, De Trinitate, Liber Quintus 1.2): Tanrı’yı anlayalım (düşünelim, kavrayalım), mümkünse ve mümkün olduğu ölçüde; niteliksiz biçimde iyi, niceliği olmaksızın büyük, ihtiyacı olmadığı halde yaratan, nerede olduğu bilinmeden (bir mekanı olmaksızın) her şeyin hâkimi, mekanı olmadan veya mekanının sınırı (sınır çizgileri) (ambitu; compass, circumference) olmadan her şeyi içeren, mekanın dışında (mekandan bağımsız) ama her yerde, zamanın dışında (zamandan bağımsız) ama her zaman (sonsuz; ezeli ve ebedi), şeyleri kendisi değişmeden değiştiren, hiçbir şeyden etkilenmeyen (boyun eğmeyen)… Anlaşılamayan, hikmetine ulaşılamayan, akıl yoluyla kavranmak istendiği zaman ancak kısmen ve (akıl yoluyla) kavranamayacağının kavranması yoluyla anlaşılabilen, mekândan ve zamandan bağımsız “kendinde şey”. Bu Tanrı imajının seküler kavramlara da yansıtıldığını açıkça görebiliyoruz. Demek ki bakışımlı olan sadece kilise ve dünyevi otorite değildi –imitatio imperii ve imitatio sacerdotii- bizzat Tanrı imajı (imajları) da aynada yansıyarak seküler kavramları dinselleştirmiştir.
Kurumların ve sembollerin simetrisini aşan biçimde ezeli, ebedi, aşkın veya içkin olduğu iddia edilen kavramlar (özler) dahi simetrik hale gelebiliyordu. Seküler teolojinin temeli budur. Öte yandan simetri veya benzerlik her yerdedir. Mesela Kantorowicz (The King’s Two Bodies, 1997[1957]: 124-125) bir militia coelestis, bir militia armata ve bir militia legum, hatta militia litterata’dan söz ediyor ki bazen Baldus’un bu sonuncusuna militia doctoralis dediğini de ekliyor. Yani ilahi (ruhban) şövalyelik, silahlı şövalyelik (soylular), hukuki şövalyelik ve edebi şövalyelik. Laikleşen hukuki düşünce genellikle hukuk rahipliği (legal priesthood) yerine hukuk şövalyeliği (legal knighthood) demeyi tercih ediyordu. Yeni çıkan bir (bilimsel) meslek ve araştırma alanı olarak, Digest’te hukuk yapıcı/yargıç bir sacerdos iken 12. Yüzyılda artık hukukçuların/yargıçların değil sadece kralın/prensin/imparatorun ilahi (ruhbani) bir denkliği/sıfatı vardı. Prensin ruhbani niteliği zamanla seküler bir haleyle donanarak yenilenmiş veya tersinden seküler niteliğine ara ara sacerdotal bir hava verilmiştir. Prens sadece prens olması nedeniyle Tanrı tarafından seçilmiş sayıldığı için doğallıkla bir sacerdotal niteliğinin olduğu, yani laik (kilise dışı) olmadığı –non omnino laicus- söyleniyordu.
Roma, kolonileştirerek imperium’una kattığı eyaletlerin halklarını MÖ 219 tarihine kadar kâğıt üzerinde bile vatandaş saymayan bir kurumsal tasarım örneği miydi? «Ubi est fiscus, ibi est imperium»: İmparator neredeyse Roma oradadır. Bu özlü söz Kilise’nin corpus mysticum olduğu 14. Yüzyıl günlerinde Alvarus Pelagius (Alvaro Pelayo) tarafından «Corpus Christi mysticum ibi est, ubi est caput, silicet papa» haline dönüştürülmüştü. Yani papa neredeyse Kilise (Corpus Christi mysticum) oradadır. Burada Hz. İsa’nın mistik vücudu göndermesi Eucharist (Communion) ayininin vaaz ettiği duruma işaret etmeyip, doğrudan siyasi (seküler) bir kurum olarak da var olma iddiası taşıyan Kilise’nin Hıristiyan toplumlarının lideri ve papanın da –Hz. İsa değil- kilisenin lideri olduğu tezini ifade eder. Ayrıca, daha doğrudan bir siyasi referansla, papanın Roma’da veya Avignon’da olmasının –papalık 1309-1377 arası Avignon’daydı- kilisenin corpus mysticum niteliğini değiştirmediğini söyler. “Sempiternity” kavramıyla birlikte düşünülmelidir.
Bürokrasisi geliştikçe gücü artan biçimde Roma’daki imperius curia elinde toplanan imparatorluk “Roma Romalının gittiği yerdir” sözünden ötede bir toprak, ülke tanımlamamış mıydı? Norman istilası sonrası İngiltere’de Henry II zamanında oluşturulan, asıl doğuşu Henry II’nin oğlu Edward I zamanında gerçekleşen ve Fransızca konuşulan, Fransızca hukuk yapılan curia regis bir tekrar mıdır sorusu akla geliyor. Curia regis veya regis curia kralın danışmanlarından oluşan ve İngiltere’de Henry II’nin son yılları ve esas olarak Edward I (Longshanks) zamanında 13. Yüzyılın sonunda oluşturulan meclistir. Kralın mahkemesi olarak çevirmek de mümkündür; ancak bir dönemden itibaren profesyonel yargıçları içerdiği için doğru çeviri saysak bile, bugünkü anlamda mahkeme olarak düşünürsek yanıltıcıdır çünkü bundan fazlasıdır. Krala mali ve hukuksal konularda da danışmanlık yapan, din adamları ve soylulardan oluşan dar ve elit bir meclis olarak düşünmek doğru olur. Daha sonra ortaya çıkan hukuki yapıların –Privy Council gibi ki özel veya güvenilir meclis demektir- öncüsüdür. Yani curia regis’i tam anlamıyla mahkeme saymamız için ayrışmış, profesyonel bir yargıç/hukukçu grubunun ortaya çıkmasını beklemek gerekecektir aksi takdirde anakronik bir adlandırmaya gideriz. Sayılan kurumlar münhasıran İngiliz kurumları olmakla beraber, Roma’da imparatorun en güvendiği elitlerden oluşan meclise de geriye dönük atıfla curia regis denebiliyor.
Kantorowicz kralın/prensin/monarkın uzman danışmanlarından görüş almadan hukuki kararlar vermesinin ne Roma ne de Kilise hukukunda yerinin olduğuna işaret eder. Ne de olsa monarkın hukuka tek başına hâkim olması beklenemez. Kantorowicz’in aktardığına göre Andreas of Isernia raro enim invenitur princeps iurista ve Matthaeus de Afflictis quia raro princeps iurista invenitur diye yazarak –profesyonel hukukçu olan bir prens bulmak çok zordur- curia regis’in varlığının hukuki zorunluluğuna işaret etmişlerdir. Hukuk yapıcı olan monark elbette hukuku bilmek zorundadır ve dinsel açıdan bildiği kabul edilir; yasa onun sinesindedir ve bütün haklar onun elindedir. Fakat bu varsayım teorik bir kurgudan ibarettir. Pratikte kralın hukuku çok iyi bilmesi ve uzmanlara danışmadan tek başına karar vermesi beklenmez. Öte yandan parliamentum en azından teoride curia regis’in tam bir devamı olmayıp, hatta magnum concilium’un saf bir uzantısı bile olmayıp bu kurumun 13. Yüzyıla uygun hale getirilmesi olabilir.
Simetri ve devamlılık hipotezleri ilginç bağlantıları açığa çıkarabildikleri veya en azından üzerinde düşünülmesi gereken bazı sezgilere yol açtıkları için dikkate almaya değer hipotezlerdir. Belki de temelde bir siyasi düşünür olan Dante’nin sürekli Roma’dan bahsetmesi bir ideale referans vermenin ötesinde Roma imparatorluğundan kalan bazı siyasi ve hukuki kavramların fiiliyatta hala alttan alta geçerli olduğunu hissetmesinden dolayıydı.