Geçen salı Nisan’ın 11’inde IMF 2023 Dünyanın Ekonomik Görünümü (World Economic Outlook) raporunu yayımladı. Büyüme beklentisi geçen yıl gibi zayıftı 2023 yılında. Doğrusu ya orada bir ilginç durum yoktu.
İlginç olan, en azından bana ilginç gelen, yakın dönemin temel riskinin “Hayat Pahalılığı Krizi” (cost of living crisis) olarak adlandırılmış olmasıydı. Dikkat edin, enflasyon ya da yüksek enflasyon riski değil. Yüksek enflasyonun toplumsal ve siyasal sonuçlarını da dikkate alacak bir biçimde “hayat pahalılığı krizi.” Enflasyon riski değil, hayat pahalılığı krizi riski.
Doğrusu ya, ben bu geçim zorluğu meselesinin Türkiye için de son derece önemli bir mesele olduğunu düşünüyorum. Önce pandemi, sonra Ukrayna krizi derken geçim zorluğu artan gıda fiyatları ile birleşti. Hayat daha da zorlaştı.
Geçenlerde bu konuyla ilgili olarak eskiden zorunlu hizmet için doğu için olurdu, şimdi İstanbul’un Nişantaşı ve Kadıköy’ü için gerekiyor demiştim. Eskiden kamu personeli atamalarında İstanbul’a gelmek için araya bir siyasetçi sokulurdu, şimdilerde İstanbul’dan kaçmak için aynı yol kullanılıyor. Neden? İstanbul’da geçinmek Türkiye ortalamasına göre yüzde 40 pahalı olduğu için elbette. İşe bakın ki nüfusun çoğunluğu da memleketin batısında.
Bunun toplumsal siyasi sonuçları olur. Bunu da bütün ekonomistler bilir, öyle değil mi, kanka?
Nedir bu hayat pahalılığı krizi?
Geçen hafta IMF’deki değişime ilk dikkat çeken Financial Times’ın antropoloji eğitimi almış editörü/yazarı Gilllian Tett’in yazısı pek güzeldi doğrusu. Eskiden IMF için enflasyon siyaset üstü, teknik bir meseleydi. Çözümünü teknokratlar zaten bilirdi. Sorun ortaya çıkarsa öyle kimselere sormadan gereğini hemen yapmak, meseleyi uzatmadan çözmek gerekirdi. Artık IMF öyle düşünmüyor anladığım.
Enflasyon yerine hayat pahalılığı deyince işin içine insanları, çalışanların gelirlerini, geçim zorluğunu ve pazarda sürekli artan fiyatları hep birlikte katmak gerekiyor. O zaman meselenin niteliği değişiyor. Hadise toplumsal bir karakter kazanıyor. O zaman çözümü de daha toplumsal olmak durumunda, dikkatinizi çekeyim.
Değişen aslında çözüm için atılması gereken adımlar değil. O adımlar yine önemli ama o adımlar atılırken farklı toplum kesimlerinin geçinme problemini dikkate almak da önemli. Nedir? Enflasyonla mücadele ederken geçinme krizini özellikle bazı toplum kesimleri için daha da derinleştirmemek önemli. Nedir? Enflasyonla mücadele ederken çevreye verilen hasar konusunda daha dikkatli, daha seçici davranmak. Bu arada alınan tedbirleri tasarlarken o yükü daha kolay taşıyabilecek olanlara yüklemek. Kötü mü? Hayır.
Ama doğrusu ya, insan, “Peki, neden şimdi?” diye sormadan edemiyor. Aslında IMF bunu ilk kez yapmıyor. Bundan yıllar önce 2012 civarında Seul’de bir toplantıda Korelilerin nasıl kendilerini aldatılmış gibi hissettiklerini görmüştüm. 1997 Kore krizi sırasında sermaye kontrollerini tartışmaya açmayan IMF, kriz sistemin kalbinde Amerika’da ortaya çıktığında “sermaye kontrolleri artık piyasa ekonomisinin ayrılmaz bir parçasıdır” demeye başlamıştı.
Koreliler farkı daha da derinden hissediyordu doğrusu. IMF’nin “Sermaye kontrolleri artık piyasa ekonomisinin ayrılmaz bir parçasıdır” demeye başlaması, Katolik kilisesinin kürtajı Katolik öğretisinin bir parçası olarak kabul etmesi gibiydi onların gözünde. Ama oldu. Arada unutmayın kuşak kuşak döviz krizi modelleri değişti. Eskiden bizim gibi ülkelerdeki siyasetçilerin bütçe politikası kaynaklı sorumsuzlukları kriz kaynağı olarak modellenirdi. Sonra portföy yatırımları kaynaklı ani hareketler modellere eklendi. Sonuçta hadiseye daha ayrıntılı bakınca nüanslar görülmeye başlandı.
G7 enflasyonu küresel ortalamanın üzerine çıkınca, hayat pahalılığının toplumsal siyasi sonuçları görünür oldu
Şimdi de bu oldu. Enflasyon riski değil, hayat pahalılığı krizi çıktı. Neden? Ben sorunun cevabının G7 ülkelerinin enflasyon deneyiminde yattığını düşünüyorum doğrusu. Ortalama yıllık küresel enflasyon yüzde 3,5 seviyesinde ise Almanya’nın, Amerika’nın, Fransa’nın enflasyon oranı ortalamadan daha yüksek. Yüksek dediğim tabii yüzde 3,5’a göre yüksek. Yoksa Türkiye gibi yüksek değil elbette. Kendilerince yüksek yalnızca. Biz burada zaten rotadan atmışız.
Ama yüzde 10’un altında kalan hayat pahalılığı bile, toplumsal ve siyasi sonuçlara yol açıyor oralarda. Özellikle yeşil mutabakat süreci ile hızlanan teknolojik değişim her yeri, herkesi etkileme potansiyeline sahip. Bizim bile kendimizi bu değişimin dışında görmememiz lazım. Bakın bilgisayar bilimleri mezunlarının, özellikle yazılımla ilgilenenlerin ücretleri küresel ölçekte artmaya başladı ve evden çalışanlara dünyanın her yerinden iş yağıyor. Türkiye’de de bu bölüm mezunlarına olan talep hızla artıyor. İktisadi ve İdari Bilimler müfredatı bir an önce bilgisayar bilimleri kaynaklı araştırma teknikleri ile yenilenmezse bu tür teknikleri kullanarak veri analizi yapan başka bölüm mezunlarına olan talep de artacak.
Neden? Küresel ölçekte üniversiteler dijital dönüşümle uyumlu bir müfredat değişikliği yapmadıkları, eğitim sisteminde gereken yatırımlar zamanında yapılmadığı için elbette. Ortadaki küresel yatırım eksikliği dünyanın her tarafında bilgisayar bilimleri mezunlarına olan talebi artırıyor sonuçta.
Bu kadar hızlı bir değişimin aynı zamanda toplumun bazı kesimlerini dışlamaması için gereken tedbirleri de zamanında almadık. Sonuçta ne beklemek lazım? Toplumsal öfkenin artmasını, siyasi polarizasyonun derinleşmesini elbette. Yeşil mutabakat süreci hayat pahalılığı krizi ile birleştiğinde bu mutsuzluğu daha da belirgin hale getirecek sonuçta. O öfke ve polarizasyon Amerika’nın başına Trump’ı getirmişti. Şimdi neler olacağını göreceğiz.
Türkiye’de değişen bir şey yok
Daha önce söylediğimi bir daha tekrar edeyim. Bizim buraları için Türk Lirasının değer kaybetmesinin siyasi sonucu neyse, Amerikalılar için benzin fiyatlarının artması tam da o. Ama şimdi geçim sıkıntısının yaygınlaşmasının sonuçlarını göreceğiz.
Türkiye’den hadiseye bakınca iki faktör dikkati çekiyor. Birincisi, 2003 yılında hızla düşen enflasyonun şimdi aynı hızla arttığını görüyoruz. Dün Türkiye’de yüksek enflasyonla yaşamaya alışmamızı sağlayan endeksleme mekanizmalarının hiçbiri bugün yok. Grafik ortada.
İkincisi ise, 2003 yılında Türkiye’de yoksulluk sınırının altında olanların oranı yüzde 37’ydi. Bu oran kapsayıcı bir büyüme ile 2018’de yüzde 8’e geriledi. TÜİK hanehalkı anketlerini yapmayı 2020’de kesti. Hala bekliyoruz. 2020’de yüzde 50 artarak yüzde 12’ye çıkan yoksulların oranının şimdi yüzde 25’i aştığını iddia etmek mümkün görünüyor.
Her iki halde de 2003’e geri dönmüş olduk aslında. Bu çerçevede, Türkiye güzel bir test ortamı olacak sanki. 14 Mayıs seçimleri “hayat pahalılığı”nın bir değişime yol açıp açmayacağını gösterecek. Yapılan anketler 2018’den farklı olarak bu kez değişim isteğinin istikrar arayışından daha önemli olduğunu gösteriyor. Değişim isteğinin kaynağında ise ekonomik sıkıntılar yatıyor.
Burada söz konusu olan zaten yoksul olanların geçim şartlarının daha da zorlaşmasından kaynaklanan değişim talebi değil anladığım, 2002’den 2018’e ekonomik durumu düzelenlerin 2018’den beri artan yoksullaşmadan yakınmasından kaynaklanan değişim talebi. Bir nevi, ekonomik durumu yeni bozulanların çektikleri geçim sıkıntısı değişimi getiren. Hayat işte böyle göreli. Her toplumsal kesimin derdi farklı. İyiye çabuk alışıyor insan. Kötüyü çabuk unutuyor.
Demek ki neymiş, hayat öyle, “faiz sebep, enflasyon netice” basitliğinde değilmiş. Daha karmaşıkmış. Bunu artık bütün ekonomistler biliyordur, değil mi, kanka?