Makroiktisatçılar, özellikle de dünyada yaşanan ekonomik krizleri anlamaya ve açıklamaya çalışanlar bir dizi göstergeden ve gelişmeden hazzetmezler.
Bunlardan ilki, yüksek kamu bütçesi açığı ve bu açığın ağırlıklı olarak merkez bankası kaynağı ile finanse edilmesidir. Bu olgu, azımsanmayacak bir süre devam ederse o ülkenin kırılganlığı artar. Zira sisteme talep edilmeyen para çıkmaktadır, bu para dövize çevrilmek istenir; kur yükselir. O ülkenin merkez bankası sabit ya da ‘sabitimsi’ bir döviz kuru rejimi uyguluyorsa ya da kurun yükselmesinden rahatsız ise döviz satar; rezervlerini eritir. Bütçe açığı ve parasal genişleme ile finansman sürdükçe, kur artışı ve rezerv erimesi sürer. Bu süreçte, ülkenin riski de yükseldiğinden döviz talebi katmerlenerek artar, yerli mali varlıklardan çıkış başlar ve yurtiçi faiz oranları yükselir.
İkinci hoşlanılmayan olgu, yüksek bütçe açığının borçlanma ile finanse edilmesi sonucu kamunun borç stokunun yüksek düzeylere çıkmasıdır. Hele bu borcun önemli bir kısmı döviz cinsinden ise o ülkenin kamu kesimi döviz kurunu artıracak iç ya da dış şoklara karşı hassaslaşır. Aynı zamanda yüksek borç, artan risk primi nedeniyle yüksek faiz anlamına gelir. Borcun katlanarak artmasına ve faizin göğe tırmanmasına yol açan dinamik bir sürece yol açar.
Üçüncüsü; kamu bütçesi, finansman biçimi ve kamu borcu açısından bir sorun yoktur ama o ülkenin bankacılık sektörü çok sorunlu olabilir. Sermaye yeterlilik oranları düşüktür, döviz yükümlülükleri döviz alacaklarının çok üzerine çıkmıştır, geri dönmeyen kredilerin toplam kredilere oranı artmaktadır, geri dönmeyen kredi oranı makul sayılabilecek bir düzeyde olsa bile çok çok hızlı kredi genişlemesi vardır ve bu durumun sürmesi halinde geri dönmeyen kredilerin ileride hızla yükselmesi beklenebilir... Bunların hepsinin aynı anda olması gerekmez. Bir tanesinin varlığı da başa bela olmak açısından ‘yeterli’ olabilir. Zira herhangi bir olumsuz şok, kredi borcu olanların borçlarını ödemekte zorlanmalarına ve/veya döviz kurunun artmasına ve bankaların döviz cinsinden yükümlüklerini yerine getirmelerinde problem yaşamalarına neden olur. Zor duruma giren bankacılık sektörü kredi musluklarını kapatır; yatırım ve tüketim harcamaları azalır. Tüm ekonomi derin bir problem yaşamaya başlar.
Dördüncüsü, ilk üç hoşlanılmayan durum bir ülke için geçerli olmasa bile yine o ülkenin ekonomisi kırılgan olabilir zira o ülkenin finans dışı şirketler kesiminin bilanço yapısı sorunludur. Tipik bir örneği, şirketlerin kesiminin özkaynaklarına kıyasla ‘aşırı’ ölçüde borçlu olması ve bu borcun ağırlıklı bir kısmının döviz cinsinden olmasıdır. Bu durumda, döviz kurunu sıçratacak herhangi bir şok şirketleri zor duruma sokar. Bir yandan faaliyetlerini azaltır ve işçi çıkarmaya başlarlar diğer yandan da bankalara olan borçlarını ödemekte zorlanırlar. Artan işsizlik tüketim harcamalarını azaltır; şirketler daha da zor duruma düşerler. Geri dönmeyen kredi miktarı artan bankalar kredi musluklarını kısarlar. Tüketim ve yatırım harcamaları düşer. Şirketler ve bankalar daha da zor duruma düşerler.
Bir ekonomide bu kırılganlıkların bir kısmı varsa illa o ekonomide kriz çıkacak anlamına gelmez. Ama sürdürülemez bir durum olduğu da açıktır. Her sürdürülemez durum bir süre sürdürülebilir ama genellikle ne kadar sürdürülebileceği o ülkenin kontrolünde olmaz. Ülke tetikleyici unsurlara karşı giderek hassaslaşır. Tetikleyici unsur; küresel bir finansal sorun olabilir, şu anda yaşamakta olduğumuz pandemi sürecinin uzun sürmesi olabilir, o ülkenin dış politikası ile ilgili bir sorun olabilir, iç politikayla ilgili olabilir, hammadde ihracatçısı bir ülke ise hammadde fiyatları düşebilir, falan.
Bu durumda yapılacak en doğru şey, ekonomik kırılganlıkları ve dolayısıyla tetikleyici unsurlara olan hassasiyeti azaltacak ciddi ve inandırıcı bir ekonomik program uygulamaktır. Bunun ilk adımı da kırılganlıkları artırıcı uygulamalardan bir an önce vaz geçmek olmalıdır.