Siyasal iktidarın doğası onu daima gizemli bir haleyle çevirir ve daima egemenliğin kişiselleşmesine yöneltir. Esasen gücün/iktidarın her türü kişiselleşme eğilimi taşır. “Kolektif liderlik”, bir sis perdesi işlevini taşımadığı durumlarda, ya imkânsız bir melezdir ya da güç/iktidar henüz kalıcılaşmamıştır. Geçmişe bakarsak iktidarı çevreleyen hale ilahi olabilir ve doğrudan Tanrı’dan gelen bir güce dayandığı iddia edilebilir. Ya da monarkı –rejimin sembolü olan bireyi- yerleşik dinsel kurumların bir uzantısı konumuna yerleştirir. Söz konusu kutsallık rejim laikleştikçe ilahi/dinsel bir kutsallık olmaktan uzaklaşarak dünyevi/seküler bir kutsallık, sekülerleşmiş bir siyasal teolojinin yer değiştirmiş ruhu/aklı –raison d’état- haline dönüşür. Elbette ekonomik teolojinin de siyasal teolojinin de daha en başta var olduğu tezi yabana atılamaz ancak burada bu konuya girmeyeceğim. Sonuçta iktidarın bir kişide somutlaşması tarihsel bir eğilimdir. Elbette kadim tarihten ve en geç 18. Yüzyıldan bahsediyoruz.
Bir kişide –imparator/kral/prens/monark/şef/başkan- cismanileşme söz konusu kişinin –bireyin; body natural- tam anlamıyla mutlak otoritesi olduğu anlamına gelmek zorunda değildir. İki şekilde bu anlama gelmeyebilir. Birincisi monark optimizasyon yapan bir aktördür ve kısıtları dikkate alır. Ya da zaten kendisi de doğrudan doğruya bir “politik oyuncudur” ve optimizasyon diğer oyucularla karşılıklı yapılır –oyun teorisi. “Taht oyununda” birden fazla oyuncu olabilir. İkincisi monark danışma meclisleri ve hukuk aracılığıyla, dolanımlarla yönetir; bazen de monarkı zaten bu meclisler seçer. Kutsal Roma-Germen imparatorları çoğu defa soylulardan oluşan meclisler tarafından seçilmiştir. Veya monark birey olarak o kadar güçlü bir iradeye sahip olmayabilir ve gücünü “body natural” olarak değil “body politic” olarak elinde tutar. Nitekim konuşmayan veya konuşamayan, yazmayan veya yazamayan, hatta savaşamayan ama ofisini çerçeveleyen ideolojik kurgunun nitelediği şekilde bir tür “body politic” olarak hüküm sürebilmiş monarklar da var olabilmiştir.
Ancak monark aristokratik temsile göre seçilmiyorsa, modern zamanların kitle siyasetinde kendisine alan açarak şef konumuna geliyorsa kendisini yeni bir dille kuran bir aktör, ofisine “body politic” halesini kendisi konduran bir lider, giderek “body natural” olarak da egemen olan bir şef olarak belirir. Şeflik prensibi sadece Nazilere veya diğer faşist ya da para-militer aşırı sağa özgü olmayıp daha genel bir nitelik taşır. Hatta “seçilmiş monark” veya “şef” kabul etmeyen yegâne siyasal sistemin Batı Avrupa’da şekillenen parlamenter demokrasi olduğunu söyleyebiliriz. ABD’deki sistem elbette “seçilmiş monark” kavramını ima ederek gelmiştir. Ockham’dan mülhem bu kavram “kurucu babalar” arasında sadece Alexander Hamilton’a atfedildiyse de durum böyle görünmüyor; diğer kurucular arasında da bu kavram biliniyor ve ima ediliyordu. Ancak ABD’nin hukuk, kamuoyu/basın ve siyasal denetleme mekanizmalarının olağanüstü gücü yüzünden “seçilmiş monark” genellikle hem centilmen anlaşmasıyla bağlıdır hem de sıkı kontrol altındadır. Bu böyledir ama tarihsel olarak Batı Avrupa parlamentarizmi ve ABD sistemi dışındaki diğer tüm sistemler saf veya melez halleriyle baştan itibaren veya süreç ilerledikçe tek bir bireyin artan egemenliği altına girmeye eğilimlidir. Patrimonyalizm de neo-patrimonyalizm de buraya dâhil edilebilir.
Tarihi kökenleri ve ideolojik mirasları dışında ABD sistemi de Avrupa demokrasileri de ciddi sorunlar yaşamışlar ancak toplumsal desteklerinin gücü ve sistemi taşıyan elitin esnekliği sayesinde özlerini kaybetmemişler, hatta zamanla reformlarla ilerlemişlerdir. Weimar’da olduğu gibi çöktükleri ancak sonra tekrar restore edildikleri de olmuştur fakat bu özel bir vaka sayılmalı. Yani günümüzde sadece iki demokratik sistem var: Kök sistem Avrupa parlamenter demokrasisi istisnai sistem ABD modelidir.