Şubat ayının 21’i ile 24’ü arasında İklim Şurası Türkiye’nin Yeşil Mutabakat gündemini biçimlendirmek için toplanacak. Geçen hafta bana tam da bu soruyu sordular, “İklim Şurası’ndan ne beklersin?” dediler. Aklımda üç temel nokta var, anlatayım.
Öncelikle Şubat 2022 ile birlikte artık Türkiye’nin iklim değişikliği yol haritasının tutarlı bir şekilde ortaya çıkmasını beklerim sanırım. Özellikle şirketler kesimi için baktığınızda, öngörülebilirlik açısından şeffaflık son derece önem taşıyor. İklim Şurası güzel bir fırsat ve zaten herkes tartışmalara katılıyor. Hazırlıklar tam hız devam ediyor. Tüm bu katılımcılığın Şura sonuçlarına yansıyarak yol haritasını şekillendirmesini beklerim. Bu ilk nokta.
İkinci olarak ise, bugünün kısır gündeminden kurtularak yarını konuşmaya başlamış olmayı isterim. Bu çerçevede, Yeşil Yeni Mutabakat sürecinin Türkiye’nin yeni kalkınma ve zenginleşme gündemi olarak artık kabul görmesini beklerim. Türkiye’nin yeşil sanayi devrimini kaçırmamak için ortak akla ve uzun uzun konuşmaya ihtiyacı var. İklim Şurası bir fırsat.
Üçüncü olarak ise, yeşil ve dijital dönüşüme son derece münasebetsiz bir zamanda, hazırlıksız yakalandığımız konusunda bir farkındalık beklerdim doğrusu. Farkında olalım ki, geleceğe ona göre hazırlıklı olalım. Hep birlikte, kimseyi geride bırakmadan plan yapabilelim. Adımlarımızı dikkatle atmak için azami özeni gösterelim.
Türkiye 2016 yılında ilk imzacılarından olduğu Paris İklim Anlaşması’nı 2021 yılında Meclisten geçirerek onayladı. Ayrıca net sıfır yılı olarak 2053 yılını hedeflediğini de en yetkili ağızdan açıkladı. Avrupa Birliği 2050’yi, Çin 2060’ı, Hindistan 2070’i hedeflerken Türkiye 2053 dedi.
İklim Şurası 2022 yılında hızlı adımlar atmak için önemli bir fırsat. Şimdi Türkiye’nin Paris Anlaşması çerçevesinde açıklayacağı yeni niyet beyanı 2053 hedefini içeren bir patika çizecek karbon salımları konusunda. İddialı mı? Evet.
Bunun için iki konuda ne yapacağımızı biliyor olmamız lazım. Birincisi, enerji kaynağı olarak kömürden ne zaman ve nasıl çıkacağımızı belirlememiz lazım. 2053 hedefine ulaşmayı düşünüyorsak, yapılan çalışmalar 2030 ya da 2035 gibi kömürden çıkmamız gerektiğini söylüyor. Yapılabilir mi? Evet. Kolay mı? Hayır.
Ancak bugün içinde olduğumuz enerji tedarik krizi, Türkiye’nin zaten bütüncül bir Enerji Acil Eylem Planı olmadığını ayan beyan ortaya koydu. Şimdi kömürden çıkışın nasıl yapılacağını da içeren bütüncül bir Enerji Eylem Planı hazırlama zamanı. Farklı enerji tedarikçileri arasındaki koordinasyonda ne aksıyorsa bugün, onu düzeltme zamanı geldi. İklim değişikliği bu farkındalık için güzel bir fırsat doğrusu hem de enerji krizimizin ortasında.
İkincisi, firmalara doğru müşevvikleri vererek karbon salımlarını azaltmalarını teşvik edecek bir karbon fiyatlaması ya da karbon vergilemesi sistemine ihtiyaç var. Bir an önce bu karbon fiyatlaması sistemini tasarlamak demek aynı zamanda sanayi politikasının önceliklerini belirlemek anlamına geliyor. Burada aslında yeşil finansman konusunda yapılan çalışmalar zaten yeterince yol gösterici.
Avrupa Birliği’nin Yeşil Sınıflandırma Pusulası hangi tür yatırımların yeşil yatırım sayılacağını gösteriyor. Üstelik bu sınıflandırmanın tartışmaya ve geliştirilmeye açık olduğunu en son geçen hafta doğal gaz ve nükleer enerjinin finanse edilmeye değer yeşil yatırım klasmanına dahil edilmesiyle gördük. Almanya’da koalisyon ortağı Yeşiller daha önce karşı çıktıkları klasman değişikliğini onayladılar. Bu zor dönemde öncelikle gerçekçi olmak lazım.
Neymiş? Türkiye’nin kendi sanayi politikası önceliklerini bir an önce belirleyerek küresel tartışma sürecine bilgi sahibi olarak dahil olması önem taşıyormuş. İklim Şurası bu farkındalık için de aslında önemli bir fırsat.
Doğrusu ya, şimdiden yeşil sınıflandırma pusulasına bakmaya başlamamızda fayda var. Mesela ben geçen gün inşaat faaliyetleri açısından baktım. Öyle anlaşılıyor ki, öyle her gördüğünüz yere beton dökmek artık pek de kolay olmayacak finansman açısından. Ekilebilir arazi üzerine, su kaynaklarını olumsuz etkileyecek yerlere, toprağın altındaki biyo-çeşitliliği yok edecek alanlara yapılacak inşaatı finanse etmek artık mümkün olmayacak. Kanal İstanbul işine bir de bu gözle bakın isterseniz. Bu tür inşaatı finanse eden bankanın bilançosu daha riskli kabul edilecek.
Şimdi böyle bakarsanız, 2022 yılı içinde yeşil yeni mutabakat sürecinde Türkiye’nin seri adımlar atabilmesi mümkün görünüyor. 2053 net sıfır hedefi patikası için Enerji Acil Eylem Planı çalışması ve karbon fiyatlaması sisteminin tasarımı.
Hem teknolojileri hem de projeleri değerlendirirken artık aklımızda son derece somut yeni parametreler olacak: Karbon ayak izi ne olur, su ayak izine etkisi nedir, atık yönetim sürecine katkısı var mıdır? Sanayi politikasını tasarlamak artık daha kolay bana sorarsanız.
Peki, Türkiye’de bunları biliyor muyuz? 2014 yılında yayımlanan yönetmelik ile işler hale gelen MRV sistemi sayesinde Türkiye’de karbon salımlarının yarısından sorumlu tesislerin karbon salımlarını ölçüyoruz. Bunun üzerine çalışılmış olan PMR projesi ise bize olası bir karbon piyasasının yasal altyapısını sunuyor. Nedir? Karbon fiyatlamasına hemen başlayabiliriz.
Karbon fiyatlaması sisteminin parametrelerini doğru biçimlendirebilmek için bize bir sanayi ve bilim-teknoloji politikası çerçevesi lazım esasen. Olabilir mi? Evet. Ne eksik? Bugüne kadar yapılmış olan çalışmaları yeni hedefler doğrultusunda bir araya getirecek ve ilerici bir yaklaşımla güncelleyecek bir bakış açısı. Kaybettiğimiz zamanı ancak bu şekilde telafi edebiliriz gibi duruyor. Karbon piyasalarının küreselleşen yapısı göz önünde bulundurulduğunda yapılan ölçümleri ve kurulan sistemi öncelikle Avrupa Birliği ile uyumlu hale getirmek ve ilgili kuruluşları orada akredite etmek de ayrı bir gereklilik.
Ben böyle baktığımda, Atlantik’in iki yanında biçimlenmekte olan yeni üretim ve teknoloji bölgesinin manasını idrak etmek gerektiğini düşünüyorum: Yeşil Yeni Mutabakat süreci Türkiye’nin yeni kalkınma stratejisi. Uzun süreden beri ekonomide bir yapısal reform gündemine ihtiyacımız vardı. Şimdi Avrupa Birliği sayesinde ihtiyacımız olan gündem şekilleniyor.
Türkiye ile AB ilişkileri açısından bakarsanız, uzun bir aradan sonra ilk kez Türkiye ile AB’nin ortak bir gelecek tasavvuru etrafında yeniden işbirliği yapabilmesi mümkün hale gelecek. Üyelik süreci duraklayınca onun yerini alan mülteci gündemi ortak bir gelecek tasavvuruna imkân verecek derinliğe sahip değildi. Yeşil Yeni Mutabakat öyle değil. Bakın bunun da farkına varmamız lazım. Gümrük Birliği modernizasyonu, Türkiye ve AB’nin dekarbonizasyon gündemi üzerine inşa edilecek, bilmem farkında mısınız? İşbirliği alanı dar değil, çok geniş.
Aslında yeşil sanayi devrimine pek münasebetsiz bir zaman da yakalandığımız söylenebilir. Tanım gereği sermaye yoğun bir iktisadi dönüşüm süreci ile karşı karşıyayız. Ne demek? Daha fazla yatırıma ihtiyacımız var bu sürecin yönetiminde. CDS risk priminin tavan yaptığı bir dönem sermaye yoğun bir dönüşüm için özellikle münasebetsiz bir dönem. Özellikle Türkiye gibi kronik tasarruf açığı problemi olan, cari işlemler açığı veren bir ülke için.
Öncelikle içeride faiz oranı düşsün diye “yanlış düğme”ye basmaktan artık vazgeçmek lazım. Siz o düğmeye bastıkça Türkiye daha riskli bir ülke olarak algılanıyor, Türk Lirası cinsinden varlıklara yatırım yapmak için ödenmesi gereken sigorta primi oranı artıyor, CDS risk primi tavan yapıyor. Ne oluyor? Türkiye’ye yatırım yapmak için gereken faiz oranı artıyor. Türkiye her an her şeyin olabileceği bir ülkeye yatırım yapmak için talep edilen getiri oranı yükseliyor. Neden? Ne yaptığınız belli olmadığı için elbette.
Dışarıda zaten merkez bankalarının yeniden şoseye, anayola doğru dönmeye başlayacakları bir sürecin başındayız. Hem Amerikan Merkez Bankası hem de Avrupa Merkez Bankası işlerin eskisi gibi gitmeyeceğine dair sinyal veriyorlar. Sistemin merkezinde faiz oranları yeniden yükselmeye başlarken, CDS risk primi yüksek kalanların başı sürekli belaya girecek. Faiz oranları düşükken, rezervlerini güçlendirmeyip eriten, normale dönüşe eksi rezervle yakalanan Türkiye gibi ülkelerin başı ise zaten ekstra belada olacak. Biliyoruz.
Doğrusu ben bu ortamda NATO genel sekreterliğinden ayrılan Jens Stoltenberg’in Norveç Merkez Bankası başkanlığına atanması haberini özellikle not etmek gerektiğini düşünüyorum. Stoltenberg daha önce Norveç başbakanıydı. Şimdi NATO’dan Norveç Merkez Bankası’na dönüyor.
Bu arada, 1,4 trilyon dolarlık portföyü ile dünyanın en büyük varlık fonu olan ve 2015’te kömürden çıkma kararı alan Norveç Kamu Emekli Fonu’nun (Government Pension Fund of Norway) Norveç Merkez Bankası’nın kontrolünde olduğunu da ekleyeyim. Banka nasıl kendi rezervlerini yönetiyorsa, ülkenin varlık fonunu da yönetiyordu bugüne kadar.
Her an her şeyin değişmediği, sıkıcı ülkeler, Türkiye’den farklı olarak siyasetin alanının nerede başlayıp, nerede bittiğini biliyorlar. Zor bir geçiş döneminin tam başında kurumlarını ve kurallarını tahkim ediyorlar gördüğüm. Rahmetli Demirel “Kurumlar çalışıyor, kurallar işliyor.” derdi bu gibi durumlarda “her şey normal” demek için. Kurumlar çalışmadığı zaman ne oluyor? Mesela enerji tedariki için kurulan mekanizma bir kış günü çöküyor, doğal gaz ve elektrik kesintileri gerekiyor. Fabrikalar siparişlerini teslim edemiyor. Ampuller sönüyor. Kötü yani.
Türkiye son dönemde arka arkaya kurumlarını tasfiye etmeye başladı. Stratejik planlamaya en çok ihtiyacımız olan dönemde bugün Devlet Planlama Teşkilatımız (DPT) yok. Yerine açtığımız Kalkınma Bakanlığı da gitti. Bakanlıkların müsteşarlıklarını kapatarak, politika tasarım ve uygulama kabiliyetimizi olduğu gibi imha ettik. Şimdi yeşil sanayi devrimi ile dünya yeniden yapılanırken, doğrusu ya önceliklerimizi belirlemek için yeterli mekanizmalara sahip değiliz.
Peki, yapacak bir şey yok mu? Var. Öncelikle eksikliğin farkına varmak gerekir diye düşünüyorum ben. Ancak eksik olanı idrak ettikten sonra ne yapmamız gerektiğine odaklanabiliriz. İklim Şurası bu açıdan önemli bir fırsat yine.
Doğrusu ben İklim Değişikliği Başkanlığını bir Bakanlık olarak kurmak gerektiği konusundaki fikrimi hala değiştirmedim. Ancak artık olan oldu. Şimdi İklim Değişikliği Başkanlığı’nı yeşil kalkınma sürecinin DPT’si olarak örgütlemenin ise hala mümkün olduğunu düşünüyorum doğrusu. Hayırlısı.
İklim Şurası’na iki hafta kala, aklınızın bir kenarında bulunsun, efendim. Siz bırakın memleketin yalancı gündemini işin aslına bakın, lütfen.