İkinci yüzyılımıza güvenle başlamak

İlter TURAN SİYASET PENCERESİ

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun yüzüncü yılını yaşıyor. Bir devletin yüzüncü yılını tamamlaması büyük sevinçle ve şölenlerle kutlanması gereken bir olay iken, galiba toplum ve devlet olarak olaya karışık duygularla yaklaşıyoruz. Bir kere, ülkemiz daha önce yaşadığımızdan emin olamadığım yoğunlukta iktisadi sıkıntılar yaşıyor. Uluslararası alanda ise, İsrail’in Filistin’de giriştiği yıkıcı eylemler, hükümetimizin dikkatini oralara çekti, Cumhuriyetin yüzüncü yılını kutlamaya yeterince vakit ayırmayacağa benziyor. Ben şahsen cumhuriyetimizi, Batı emperyalizminin ortadan kaldırdığı Osmanlı’nın yerine, Batı’nın aksi yöndeki tasavvurlarına rağmen, Türkün büyük bir mücadele sonunda kurduğu yeni ve çağdaş devlet olarak gördüğümden, yüzüncü yılı idrakini büyük bir sevinç ve gururla karşılıyorum. Resmi düzeyde coşku ile kutlanmasından uzak durulmasından üzüntü duyuyorum.

Cumhuriyet'in yüzüncü yılını idrak etmesinin sırrı, çok büyük ve hızlı değişimlerin yaşandığı ve savaşların cereyan ettiği bir dönemde, bir yandan değişimle uyum sağlaması, diğer yandan basiretle yönetilmesinden kaynaklanıyor. Başarıyla yürütülen bir kurtuluş mücadelesinden sonra Türkler Cumhuriyetlerini kurarken, Birinci Dünya Savaşından mağlup çıkan diğer devletler kendilerine galip devletlerin empoze ettiği koşulları değiştirmek için yeni bir savaşa hazırlanıyorlardı. Ülkemiz eski düşmanlarıyla barışmayı bildi, iç gelişmesini ön plana aldı, mağlupların Avrupa haritasını yeniden çizme çabalarından uzak durdu. Değişik baskılara maruz kalmasına rağmen savaşa katılmadı. İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan rejimler yıkıldılar. Cumhuriyet dimdik ayakta kaldı ve gelişmesine devam etti.

İkinci Dünya Savaşı sona ererken şekillenen yeni dünya düzeninde Türkiye Batı Blokunun bir parçası olmak için gayret gösterdi ve başarılı oldu. O dönemi inceleyenler, Türkiye’nin tercihini büyük ölçüde Sovyetlerin Boğazların yönetiminde daha fazla söz sahibi olma arzusuna ve Doğu’da Türkiye’den toprak talep etmesine bağlarlar. Bunun yanında Türkiye’nin nasıl bir ülke olmak istediği üzerinde yeterince durmazlar. Halbuki bu süreç içinde ülkemiz siyasetinin rekabete açılması, piyasa ekonomisinin yerleşiklik kazanması için adımlar atılması da, küresel çapta gerçekleşen değişime uyum sağlamanın örnekleridir. Sosyalist Blok bunalımlar yaşadı ve sonunda yıkıldı. Basiretli tercihinin bir sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti sarsılmadı, varlığını korudu.

İki kutuplu dünyanın sona ermesi ile birlikte, ülkemiz de dünyadaki değişime uymaya ve çok yönlü ilişkiler geliştirmeye gayret ediyor. Bu sürecin devam ettiğini de söyleyebiliriz. Henüz dünya sisteminin nasıl bir şekil alacağı belli değildir. Bu ortamda bir yandan eski bağları korumak, diğer yandan yenilerin, inşa etmek izlenebilecek en makul yol gibi görünüyor.

Cumhuriyet çok uluslu bir imparatorluğun yerine kurulmuş bir milli devlettir. Bu niteliği onu imparatorluktan ayırıyor. Bilindiği gibi imparatorlukların belli sınırı yoktur. Devletin gücü yettiği ölçüde toprak fetheden, güç yitirilince ise geri çekilen yapıları vardır. Bu özellikleri imparatorlukları sık sık savaşa girmeye de yatkın duruma getirir. Buna karşılık milli devlet, adından da anlaşılabileceği gibi, bir milletin yaşadığı alanı sınırları olarak kabul eden bir yapıdır. Tabii, milletler arasında sınır ihtilafları olabiliyor. Cumhuriyet Lozan’da uluslararası bir anlaşma ile sınırlarını belirlemiş, ihtilaflı olan bölgeleri uluslararası mekanizmalar yolu ile barışçıl çözüme bağlamayı kabul etmiş, böylece komşularıyla savaşsız yüz yıl geçirmeyi başarmıştır.

Milli devletin temelini millet oluşturuyor. Osmanlı İmparatorluğu millet çerçevesinde düşünülmediği için, Cumhuriyet bir millet inşa etmek sorunu ile karşılaşmıştır. Doğal olarak, millet inşa etmek, toplumu daha ziyade benzerlerinden ayrıştırma sorunudur. Laiklik, harf devrimi, dil devrimi, öğretimin birleştirilmesi ve okulların yaygınlaştırılması bu yönde atılan muhtelif adımları oluşturuyor. Diğer yandan Medeni Kanun da millet üyelerini eşitleştiren bir çabadır. Bütün bunlara rağmen milleti tanımlama gayretlerimiz devam ediyor. Yasal düzeyde herkesin vatandaş olarak milletin eşit üyesi olduğu söylense de, sosyolojik olarak ve uygulamada belirli bir dinin, mezhebin ve kökenin etkin olduğunu inkar etmek kolay gözükmüyor. Cumhuriyetin her dakika gündemini meşgul eden bu sorunu görmezden gelmesi mümkün olabileceğini sanmıyorum.

Bazı güçlüklerle karşılaşsa da, Cumhuriyetimiz ilk yüz yılını başarıyla tamamladı. Savaşa girmedi. Ülkede eğitim düzeyi yükseldi, maddi refah arttı, kadın-erkek eşitliği yönünde ciddi mesafeler alındı, çok sorunlar yaşanmasına rağmen siyasi rekabet yerleşti. Acaba, ikinci yüzyılda aynı çizgiyi koruyabilecek miyiz? Evet demeyi gönülden istiyorum ama karşımızda çok ciddi sorunlar olduğunu görmemiz gerekiyor. Hukuk sistemimizin iyi işlemediği, yönetimin hukuk devleti niteliğinden uzaklaştığı bir gerçek. Daha genel olarak, demokrasinin olmazsa olmazı diyebileceğimiz denge-denetlemenin yerini yürütmenin egemen olduğu bir sistem alıyor. Parti-devlet kaynaşmasının rasyonel kamu yönetiminin yerini alması da yaygınlaşıyor. Ekonomide bilinen kurallardan uzaklaşıldığı, ekonomik gelişmemizin sürdürülebilirliğini yitirmekte olduğu söyleniyor. Tarihimizde gelir dağılımının en bozuk olduğu dönemi yaşadığımız ve bir iyileşmenin olmadığı ise görülüyor. Eğitim sisteminin günümüz ihtiyaçlarını karşılamaktan giderek uzaklaştığını, donanımsız ve yeni oluşan dünyaya uyum sağlaması imkanı olmayan kuşaklar yetiştiğini en iyi artan işsizler ordusu kanıtlıyor.  Daha da vahim olarak, iyi yetişenler geleceklerini ülkenin dışında arıyorlar, ülke nitelikli insanlarını kaybediyor.

Dış siyasette ise yön verici kavram olan ulusal çıkar yanında dini bakımdan yakınlık kavramı çıktı, karşılık bulmadan tek taraflı olarak dış siyasette yönlendirici bir ilke oldu. Dış ilişkilerin perakendeci bir yaklaşımın egemenliğine de girdiği aşikar. Bunun sonucunda Türkiye’nin dünyadaki etkinliği ve saygınlığı zaafa uğruyor, çoğu camiadan dışlanıyor ya da mecburen kabul ediliyor ama yeterince itibar görmüyor.

Galiba Türkiye nasıl bir ülke olmalı diye daha derin bir soruna sürüklendik. Girdiğimiz yüzyılda bu soruna cevap arayışımız bizi tüketebilecek. Halbuki çözümü “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” formülünde bulmuştuk. Bunu koruyabilirsek, ikinci yüzyılımıza da güvenle bakabiliriz.

Tüm yazılarını göster