Birkaç yıldır Türkiye ekonomisinde olumlu giden ne var diye bakınca, ilk belki de tek göze çarpan olumlu gelişme şu: İhracat artışı. Tamam; ihracatımız daha çok düşük ve orta teknolojili ürünlerde yoğunlaşıyor, ihracat birim fiyatlarımız –ithalat birim fiyatları artarken- düşüyor; bunların hepsi doğru. Ama sonuçta ihracat gelirimizde bayağı bir yükselme var. Haziran ayı itibariyle son bir yıllık ihracat toplamımız 246 milyar dolara ulaştı. Özellikle 2021 başlarından itibaren daha önceki yıllarda gözlenmeyen bir artış oranı gerçekleşti.
Geçmişi bir tarafa bakıp, yüzümüzü geleceğe döndürecek olursak daha farklı bir tablo ortaya çıkıyor. İhracatımızın önemli bir kısmı AB ülkeleri ve İngiltere’ye. Farklı bir ifadeyle, eski AB28’e. AB28 ülkelerine yaptığımız ihracatın toplam ihracatımız içindeki payının son on yıllık ortalaması yüzde 44.4. Bu ülkelerin ekonomilerindeki faaliyet hacmi, bizim onlara satmaya niyetlendiğimiz mallara olan taleplerinin önemli bir belirleyicisi.
Grafikte AB28 ülke grubuna yaptığımız ihracatın çeyrek yıllık dönemler itibariyle bir yıl öncesinin aynı çeyreklerine göre yüzde değişimleri yer alıyor (sol eksen). Ayrıca, AB28’in büyüme oranının gelişimi de yer alıyor (sağ eksen). Ele aldığım dönemde AB28 iki kez daralıyor: İlki küresel krizin hemen sonrasında ve ikincisi Avrupa krizi sırasında. Dolayısıyla, sadece 2007’nin ilk çeyreği ile 2013’ün son çeyreği arasındaki dönem ile ilgiliyim. Çarpıcı olgu şu: AB28’e yaptığımız ihracatın değişim oranı ile AB28’in büyüme oranı arasında oldukça yakın bir ilişki var ve o ilişki aynı yönde.
Avrupa’yı önümüzdeki dönemde ekonomik açıdan zor günler beklediği sıkça dile getiriliyor. Resesyon olasılığının yüksek olduğu belirtiliyor. Türkiye için iyi haber değil. Zira bir yandan önümüzdeki bir yıllık sürede vadesi gelen ve dolayısıyla ödememiz gereken 182.5 milyar dolar dış borç var. Bir de bunun üzerine eklenecek cari işlemler açığının finanse edilmesi gerekiyor. Riskimizin ve dolayısıyla yeni dış borçlanmanın maliyetinin çok yükseldiği, neredeyse tefeci faizi düzeyine çıktığı bir dönemde, cari açığımızı artırabilecek böyle bir gelişmenin hoş olmayacağı açık.
Sorun sadece ödemeler dengesi finansmanı da değil. Ödemeler dengesi finansmanı sorunu ve artan döviz talebi açık biçimde ekonomi yönetiminin ajandasında ilk sırada. ‘Makro ihtiyati tedbirler’ başlığı altında aldıkları kararların hemen hepsinde dövize olan talebi kısmaya yönelik çabalar dikkati çekiyor. Sorun şu ki açıklanan kararlar, işleri daha da bozuyor ve sorunları artırıyor. İhracatta olası bir olumsuz gelişmeye bir de bu açıdan bakmakta yarar var.