TÜİK, dün Ocak ayı dış ticaret verilerini açıkladı. Bir yıl öncesine kıyasla, ihracatımız yüzde 3,5 oranında yükselirken, ithalatımız yüzde 22 oranında azaldı. İthalatın bu kadar azalmasında altın ve enerji ithalatındaki düşüş önemli rol oynadı. Ama bunlar hariç tutulduğunda da belirgin bir düşüş var: Yüzde 6,2. Son on iki aylık ihracatımız 256,2 milyar dolar oldu, ithalatımız ise 354,4 milyar dolar.
Grafikte Ocak 1997’den bu yana ithalat ve ihracatın her ay son on iki aylık toplamlarının hareketleri gösteriliyor. Veriler cari dolar cinsinden olduklarından, yirmi yedi yıllık bir süreyi kapsadıklarından ve altın ile enerji ticaretini de kapsadıklarından derin yorumlar yapmaya gerek yok. Ancak, kabaca 2002-2008 döneminde ve 2020 ortalarından başlayan ve 2023 ortalarına kadar süren dönemde belirgin bir artış eğilimi var her iki seride de. Son aylarda ihracatta yatay bir eğilim, ithalatta ise hafif aşağıya gidiş gözleniyor. Son on bir yılda aylık ithalatımızın ortalama yüzde 73,7’si hammadde ve ara malı ithalatı iken yüzde 14,2’si yatırım malı ithalatı (yeni tasnife göre veri Ocak 2013’ten itibaren yayınlanıyor). Kalanı tüketim malı ithalatı.
İnternetten herkesin kolaylıkla ulaşabileceği bu ‘ansiklopedik’ veriler nereden çıktı diye sorabilirsiniz. Sütun/satır -artık gazetecilik jargonunda ne kullanılıyorsa- doldurmak için değil, salı günü yayınlanan ‘ihracatçıyı anlamaya çalışan bir yazı’ başlıklı yazımla ilişki kurmak üzere bu verilere yer verdim. Üretim yapımız ara malı ithalatına çok bağımlı. İthalat kapasitemiz üretim yapabilme kapasitemizi derinden etkiliyor; özellikle orta-uzun vadede. İlerinin üretim kapasitesi -yatırımlar- açısından da sermaye malı ithalatı çok önemli. Büyümeden fedakârlık etmek istemiyorsak, yeteri kadar döviz geliri kazanamadıkça, ithalatın bir kısmını finanse etmek için açık ki dışarıdan borçlanmamız gerekiyor. Ama dışarıdan borçlanma olanağı sonsuz değil; bir sınır var. Küresel finansal piyasalarda işler yolunda olsa bile bu sınır söz konusu.
Türk Lirası’nın yabancı para birimleri karşısındaki değerine -yani reel kura- bu çerçevede bakınca, ihracatımızı ve dolayısıyla ithalat yapabilme kapasitemizi artırmak için paramızın bir miktar değersiz olmasını savunanları anlamamak mümkün değil. Kaldı ki, paramızın sınırlı ölçüde değersiz olması durumu sürdürülebilir olsa, ihracata yönelik yeni tesisler kurmak isteği de artacak diye düşünülebilir.
Bunların hepsine ‘eyvallah’. Ama biraz derine inince işin rengi değişebiliyor. Özellikle ücretler açısından. Düşük ücretle çalışan, çocuklarının en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan ve dolayısıyla mutsuz insanların çoğunlukta olduğu bir ülke olmamalı Türkiye. Ücretler biraz artınca, dolar (ya da Euro) cinsinden ücret maliyetlerini aşağıya çekmek için kur artışı talep etmemeli ihracatçılar. Daha doğrusu, ihracatın, bu tür isteklerin dile getirilmesine (ihracat yapanlar açısından) gerek bırakmayacak bir yapıya kavuşması. Böyle bir bileşim -düşük ücret-yüksek kur- bir ülke için hayra alamet değil. O ülkenin ihracat/sanayi yapısının çok sorunlu olduğuna işaret.
Konuyla ilgili herkesin oturup şu soruya yanıt araması gerekir: Daha gelişmiş ve mutlu insanların yaşadığı bir ülke olmak istiyorsak, mevcut ihracat/sanayi yapısını -daha yüksek ücret verebilecek ve suni kur artışı istetmeyecek biçimde- nasıl değiştirebiliriz? Neler yapmamız gerekiyor? İş gene ‘derin’ kurumsal değişikliklere geliyor. Ülke bu derin değişim sürecine girdiğinde, böyle bir ülkede ürettiği malları yüksek maliyet nedeniyle ihraç edemeyeceğini düşünen sanayiciler varsa, onların tesislerini daha düşük ücretli ülkelere taşımalarında ve orada yeni yatırımlar yapmalarında bir sakınca yok. Kaldı ki, yüksek ücret verebilen ve suni kur artışlarına ihtiyaç duymayan bir ülke, gelişmiş ülkeler ligine ya terfi etmiştir ya da terfi etmesi eli kulağındadır. Yurtdışına giden yerli sermaye nasıl olsa oralarda elde ettiği kârları bu ülkeye taşıyacak ve dolayısıyla cari işlemler açığımızı önemli ölçüde azaltacaktır.