Huzur, mülkiyet, yaşam

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Huzur –veya geniş anlamıyla barış- siyasi bir kelimedir ve “sadece, öylesine yaşamaktan farklı biçimde, gerçekten yaşamak” şeklinde tanımlanmıştır. Roma dünyasında huzur, hayvandan –ve köleden- farklı yaşamak, fazilet ve boş zamandan kaynaklanan zevk incelmesi/eğitim gibi durumları içeriyor. Yani yaşamak bir sanattır. Huzur deyince akla «de tranquillitate populorum» (küçük harflerle) ve «De Tranquillitate Animi» (Cicero) geliyor. Marsilio da Padova’nın müthiş kitabı Defensor Pacis MS 5-6. Yüzyılda yüksek seviyede bir Romalı devlet görevlisi olan Cassiodorus’un huzur üzerine sözleriyle açılıyor. “Halkın huzuru”, “barış ve uyum”, “her şehir/krallık huzur istemelidir”. “City or realm” şeklinde çevrilen bu ifadenin Latincesi «Civitas aut regnum» oluyor. Bu yüzden eyalet değil krallık olarak düşünüyoruz veya ikisi aynı şey. Bu teze göre barış ve huzur olmadan hiçbir şey başarılamaz. Huzuru aramayan cahildir. Bu hayatın kendi başına yeterliliği (öteki dünya meselesi işe karışmadan) ancak huzur sayesinde mümkün olabilir. Öte yandan Leibniz’in karşı tezine göre mutluluk huzurdan, sükûnetten gelmez; tam tersine engelleri aşmak için uğraşan tedirgin insan mutluluğa bu şekilde, zor yoldan ulaşabilir. İlk tez Troçki’nin “fabrikalar daha hızlı çalışmalı, çarklar daha hızlı dönmeli” mealindeki ifadesini çağrıştırıyor: Maddi refah o kadar artacak ki “Aristo, Marx aşılacak, yerine yeni tepeler oluşacak”. Nedret sonrası toplumda –Marksizm bu (oldukça) eşitlikçi refah toplumuna komünizm adını vermişti- insanlar yetenekleri olan alanlarda (örneğin fizikçi) veya onunla birlikte ilgi alanları olan konularda (örneğin resim) veya değişiklik olsun diye (örneğin günde birkaç saat balıkçılık yapmak) değişik işler yapabileceklerdi. Troçki bu tabloyu biraz değiştirmişti denebilir.

Ancak bu işlerin hem öncesi hem sonrası var. Mesela bir Franciscan olan Ockham’ın “ilk günah” ile birleştirerek kodladığı doğal durum ve onun bozuluşu teması Hobbes’un öncülüdür. Hem doğal durumu ortak mülkiyetin var olduğu bir dönemle özdeşleştirmesi –ilkel komünal toplum- hem de devlet-özel mülkiyet ilişkisini ifade edişi Engels’i andırıyor. Althusser’in 1977-1978 tarihli kısa yazılarında, çok gecikmiş biçimde, idealizmin Marx’ın pek çok metnini kat ettiği söylenir ki bu son yazılar o dönem itibariyle Marksizm’in herkesin uzun zamandır gördüğü veya yaşadığı teorik ve politik krizini nihayet ilan etmektedir. Konu sadece Hegel üzerinden doğrudan devralınan miras değildir; konu bütün Marksist evrimci şemanın bir kurtuluş teolojisi halinde yeniden resmedilmiş erken dönem Hristiyan inancı benzeri oluşu –bu gözlem obiter dictum sayılmalı; ratio decidendi değil- ve sosyal-demokratlarla komünistler arasındaki tartışmanın Franciscan ve “Spiritual Franciscan” tartışmasına –Franciscan mezhebinin iki kolu- benzemesidir.

Unutmayalım ki 14. Yüzyılda Ockham ile Papa Johannes XXII arasındaki polemik sırasında –konu apostolic poverty olduğunda- Ockham cennette –ilk günah öncesi- mülkiyetin bulunmadığını yazarken kendisinden önce geliştirilmiş Hristiyan teolojisine dayanıyordu. Franciscan tarikatının doğmasına yol açan “İsa’nın fakirliği” teması bundan ayrıdır. Yine unutmayalım ki Gratian doğal hukukta mülkiyetin kamusal/ortak mülkiyet olduğunu ifade etmişti. Canon Law özel mülkiyetin ilahi yasa –lex divina veya ius divinum- veya doğal hukuktan –ius naturale- gelmediğini, insanın düşmüş haline hitap eden seküler-sivil hukuktan kaynaklandığını zaten kabul ediyordu ki Justinian Digest bu tezi çok daha önce benimsemişti. Yani hem Roma hem de Kilise hukuklarına göre mülkiyet başlangıçta –doğal hukuka göre- ortaktı. Kilcullen’e göre Ockham Johannes XXII (John XXII) ile olan tartışmasında ilahiyatçılar tarafından haklı bulunmuştu. Johannes XXII’nin hiç de sıradan bir papa olmadığını ve bizzat teolojik tartışmalara girdiğini ifade edelim.

Her yerde olan Dante bu konuda da görüş bildirmiştir: De Monarchia Liber III. Caput 10. 17’ye göre “Hz. İsa malın mülkün sahibi değildir. Mülkün kullanım hakkını kilise için almış ve dağıtmıştır: Havarilerin zamanından beri bilmememiz mümkün değildir ki Hz. İsa fakirdir”. 1312-1313 yıllarında, yani oldukça erken bir tarihte, henüz teolojik Spiritual Franciscan tartışması başlamadan yapılan bir siyasi müdahaledir ve Dante’nin güncel siyasetin pek çok veçhesini takip ettiğini gösteren bir kanıt sayılabilir. Dante burada açıkça Franciscan tezini savunmaktadır. Ancak bu Dante’nin ilahiyat bahsinde Fransiscan olduğunu göstermeyebilir. Siyaset bilimci olarak Dante teolog olarak Dante’yle aynı olmak zorunda değildir. Ama sonuçta Dante’dir ve her görüşü dikkate değer. Bir siyaset bilimci olarak Dante herhangi bir monarşinin teorisini yapmıyordu veya yönetim biçimleri içinde neden monarşinin üstün olduğunu açıklamaya çalışmıyordu. Dante’nin imparatoru tüm monarşilerin ve dünyadaki tüm devletlerin içinde en üstün olanıydı ve haliyle ‘evrensel imparatordu’. Arrigo Solmi monarşinin veya Hıristiyanlık açısından önde gelen yönetim biçimlerinin teorisinin Aristo ve Tommaso d’Aquino tarafından zaten yazılmış olduğunu, Dante’nin gayet iyi bildiği bu tezleri tekrar etmeyerek doğrudan doğruya kendi orijinal düşüncesini öne sürdüğünü belirtiyor.   

Burada Dante’nin “İnsanlığın-imparatorluğun-monarşinin amacı insanın bu dünyadaki görevi olan “tüm entelektüel potansiyelini gerçekleştirmektir” sözlerini nakletmekle yetinelim. Ockham’ın ve Dante’nin, 14. yüzyıldan gelen bu seslerin Marksist sosyalistlere tanıdık gelmemesi mümkün değildi. Troçki’nin yukarıda bahsettiğim ifadesinin ve bazı siyasi fikirlerinin studi danteschi bağlamında geliştirilebileceğini düşünüyorum.

Tüm yazılarını göster