Hızlı ve anlık büyüme değil, kalıcı ve istikrarlı büyüme

Tuğrul BELLİ GÜNDEM

Yazılarımda sık sık esas olanın ne enflasyon, ne işsizlik, ne de büyüme olduğunu vurgularım. Esas olan, sürekli verimlilik artışı sağlayan bir üretim yapısına bağlı (bu sanayi üretimi de olabilir, hizmetler üretimi de olabilir) bir kalkınma modeli oluşturmak ve uygulamaktır. Bunu sağladığınız zaman diğer tüm parametreler de zaman içinde düzelecektir. Ancak, maalesef ki, biz verimlilik esaslı bir kalkınma modeli tesis edebilmiş durumda değiliz. Aksine, uzun zamandan beri finansal (ve de çevresel) maliyetleri dikkate alınmadan yapılan verimsiz yatırımların ağırlığı altında ezilmemeye çalışıyoruz.

Verimlilik odaklı üretimi teşvik etmek yerine salt işsizlik, büyüme veya enflasyon gibi göstergeleri düzeltmeye odaklı, bir anlamda günü kurtarmaya yönelik tüm iktisadi yaklaşımlar er ya da geç başarısız olmak durumundadırlar. Örneğin, diyelim ki, enflasyonu bir anda bıçak gibi kesmeye karar verdik. İlk yapacağımız iş fiyat kontrollleri getirmektir. Ancak böyle bir tedbir fiyat mekanizmasının çalışmasını engellediği gibi bir süre sonra pek çok piyasada ikili fiyat oluşumuna yol açacaktır. Türkiye’de enflasyon-devaluasyon ilişkisinin neredeyse 50 yıllık bir geçmişi olduğundan hareketle, enflasyonu bitirmek adına döviz kurunu sabitleme yoluna da gidebiliriz. Bu sefer de bir süre sonra TL aşırı değer kazanıp ani devaluasyon krizlerine daha da yatkın bir duruma gelecektir.

Diyelim ki işsizlik çok büyük bir sosyal sorun haline geldi (nitekim öyle), Hükümet de doğrudan işsizliği düşürücü önlemler aldı. Ne olabilir bunlar? Kamuya fazladan işçi-memur alımı, başta inşaat olmak üzere işgücü yoğun sektörlere teşvikler verilmesi, doğrudan kamu eliyle veya dolaylı olarak inşai faaliyetlerin artırılması, sosyal sigorta primlerinin daha da büyük oranda devlet tarafından karşılanması vs. Ancak bir süre sonra, bu tedbirler neticesinde bütçe açığında yüksek oranlı bir artış ve emlak sektöründe oluşacak arz fazlası nedeniyle yeni bir durgunluk kaçınılmaz olacaktır.

Döviz krizi neticesinde yaşadığımız daralma sonrasında ekonomiyi yeniden hızlı bir şekilde yüksek oranlı bir büyüme platformuna taşımak ise iktidar için bugünlerde her şeyden daha önemli bir hedef haline gelmiş bulunuyor. Büyümeye hızlandırmak suretiyle işsizliğin de azalacağını hesap ederek, bir taşla 2 kuş vurmayı da planlıyorlar. Ancak, faiz oranlarını piyasa dinamiklerinden çok daha hızlı bir şekilde düşür(t)erek, kamu bankaları öncülüğünde kredi musluklarını açarak, bankaların kredi vermesi için her türlü dolaylı teşviği sağlayarak istikrarlı, sürekli ve yüksek oranlı bir büyüme sağlamak çok zor. Piyasada iş yapan üretici, ithalatçı ve perakendeciler bu ortamın “geçici” olduğunu ve uzun süre sürdürülemeyeceğini gayet iyi biliyorlar. “Geçici” bir büyüme ortamında ise hiçbir müteşebbis “kalıcı” bir yatırıma girişmez. Öte yandan, tasarruf sahipleri de artık TL mevduat faizlerinin enflasyonun altında kalmasıyla birikimlerinin reel bazda eridiğinin bilinciyle mecburen alternatif yatırımlara yönelmek durumunda kalıyorlar. Bu durum da “çift paralı” bir ekonomi olan Türkiye’de para politikasını uygulamayı gittikçe zor ve girift bir hale getiriyor.

Görüldüğü gibi, salt ekonomik göstergelere odaklı ekonomi politikalarının başarılı olma şansı yok. Evet, 2017 yılına kadar pek de “verimli üretim”i gözetmeden istatistiki olarak zaman zaman yüksek büyüme oranlarına ulaştığımız da oldu. Ancak, unutmayalım ki, bu oranlara doğru işler yaptığımız için değil, dış konjonktür (özellikle büyük resesyon sonrasında yaratılan aşırı para genişlemesi) yardım ettiği için ulaştık. Ancak artık dış konjonktür o kadar da “yardımsever” değil. Bu ortamda ekonomik aktörlerin de kafa yapılarını değiştirerek eskiden zaman zaman yaşadığımız gibi “bir anda işlerin müthiş açıldığı” bir ortamı hayal etmemeleri gerekiyor. Artık verimliliği ön plana almalı ve daha düşük marjlarla iş yapmayı benimsemeliyiz. Bu şekilde belki daha yavaş, ama kesinlikle daha sağlam bir büyüme rotası çizmiş oluruz.

Tüm yazılarını göster