Son yazımda son 15 yılda ekonomik politikaların, sadece kamu yönetimince değil özel kesim ve sivil toplum temsilcilerince, hatta iktisatçılarca da konjonktürel dengelerin sağlanmasından, para ve maliye politikaları uygulamalarından ve kur- faiz sarmalında kriz tehlikelerinden kaçınma veya kurtulma çabalarından ibaret olarak algılanır hale geldiğinden söz etmiştim. Ben yıllardır süren deneyimlerim ve gözlemlerim çerçevesinde bunun; bir nedeninin yapısal zaafları aşmak için yapılacak reformların maliyetini üstlenmek konusunda toplumsal kesimlerin gönülsüzlüğü ve direnci, diğer birinin de dönüştürülmesi gereken reel kesimin farklı özellikleri ve sorunları bulunan farklı bileşenlerden oluşması, özellikle büyük çoğunluğu ve istihdamın büyük bölümünü oluşturan mikro işletmelerle küçük ve orta ölçekli şirketlerin düşük verimlilik, finansa erişim ve değişen düzeylerde kayıtdışılık gibi karmaşık ve çözümü hem zor, hem de uzun zaman alacak zaafları bulunması nedeniyle otoritelerin kararsızlık ve yılgınlık içine düşmesi olduğu kanısındayım.
O zamandan beri geliştirilen bütün programlar bunun izlerini taşıyor. Eylül başında açıklanan Orta Vadeli Program da (OVP) aynı paralelde; uzun vadeli ve tutarlı bir politika belgesi olmaktan çok, ayrıntıları ve somut eylem planları daha sonra açıklanacak Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’na bırakan bir temenniler dizisi gibi. Ayrıca Merkez Bankası’nca geçen hafta açıklanan yeni politika faizinin beklentilere uygun olarak %30’a yükseltilmesi de, evvelce yapılan üç artışın yetersiz kalmış olduğunu görerek mecburen yapılan ve enflasyondaki yukarı yönlü trendden dolayı muhtemelen son olmayacak bir karar.
OVP’de soru işareti çok
6 Eylül’de açıklanan OVP’nin kaynağı olması gereken 12’nci beş yıllık Kalkınma Planı henüz ortada yok. Tutarlılık yönünden bu önemli bir eksiklik, Temmuz sonunda Merkez Bankası tarafından %58 olarak açıklanan yılsonu enflasyon tahmini, aradan sadece 40 gün geçmişken OVP’de %65 olarak yükseltilmiş. Kısa vadede öncelikli hedef olmayacağı daha önce açıklanan enflasyonun ise 2024 sonunda birden %33’e düşmesi, 2025’te %15, 2026’da ise tek haneli rakama, %8,5’e inmesi öngörülüyor. Bunun, üstelik 2023’te %4.4, 2026’da %5 büyüme hedeflenmişken, nasıl olacağı programdan anlaşılmıyor. Dahası, özellikle ilk yarıda baskı altındaki doların ortalamada düşük kuru üzerinden hesaplanan milli gelir, olduğundan yüksek sayılmış oluyor. Mültecilerin nüfusa dahil edilmeyip üretimde katkı yapmış olmaları da ayrı bir teknik sorun. Daha önce yazdığımız gibi, ek bütçe ile izin verilen ödenek artışının deprem ve diğer kamu harcamalarına yetmeyeceği için Cumhurbaşkanlığı’na yasal borçlanma limitinin üç katı borçlanma yetkisi verilmesiyle ortaya çıkan yüksek borçlanma kararının,2024 de de, vergilerde öngörülen %73 artışa rağmen, geçerli olacağı anlaşılıyor. Yani milli gelir içinde hem vergi yükünün, hem de kamu borç stokunun oranının hissedilir şekilde artacağı kesin. Enflasyon tahminleri tutarsa bu oranların fazla yüksek olmasından, aslında enflasyon beklentisinin program hedefinden daha yukarıda olduğu sonucunun çıkarılması mümkün. Enflasyonun 2026’ya kadar bir gelirler politikası aracı olarak kullanılacağı ve böylece tüketim ve iç talebin ciddi bir şekilde daraltılacağı yolundaki öngörümüzde değişiklik yok.
Cari açık hedefleri de hem bu yıl sonu, hem 2024 yılı sonu için oldukça iyimser görünüyor: 42.5 ve 35 milyar dolar. Artan enerji fiyatları ve öncelikli pazarlarımız AB ve ABD’de %1 civarındaki büyüme oranları dikkate alınınca bu hedefler gerçekçi durmuyor. Ayrıca izlenen ekonomi politikasının temel unsurlarından biri olan dış ticaret açığını da üç yıl içinde GSYH’ya oranla 3 puan indirerek % 54’e ulaştırmak hedefleniyor ki, politika doğrultusu açısından bu bir çelişki.
Bütçe açığına gelince, 2023 sonunda toplamda %6,4, faiz dışında %3,9 gibi çok yüksek oranlara çıkarak risk puanını olumsuz etkileyen bir “ikiz açık” görünümü oluşturan bu açığın iki yılda azalması ve hele faiz dışı açığın sıfırlanması hedefleniyor; programdaki diğer büyüklükler irdelendiğinde bu da cevabı okuyucuya bırakılan bir bilmece.
Hem enflasyon hem durgunluk
Sonuç olarak geçekleşme ihtimali düşük ve birbiriyle tutarlılığı tartışmalı hedefler üzerine kurulmuş, kısa süre içinde bütün olarak gözden geçirilmeye ihtiyaç duyacak bir program ile karşı karşıyayız. Bir taraftan döviz kurunu giderek serbestleştirmeyi, diğer taraftan tüketimi ve iç talebi kısmayı, döviz dışındaki ücret vs maliyetleri baskı altında tutmayı öngören, ama kendi içinde bu amaçları engelleyen unsurlar barındıran dokümanda cari açık ile bütçe açığı konusundaki tahminlerin altı dolu değil. Tabii seçim öncesine göre faizlerde ve en azında bu yılın enflasyonunda daha gerçekçi davranılmış olması da yeni ekonomi yönetiminin olumlu yansıması olarak değerlendirilebilir. Ancak beklentimiz, üç yıllık yani orta vadeli bir perspektifin
boşlukları ve soru işaretleri daha az, yapısal politikaların ayrıntılarının daha somut ve belirgin olduğu bir içerikle karşılanmasıydı. Vergi yükünde bir artış vurgulanmakla birlikte bunun da 15 yıldır sürdürülen retorik dışında ayrıntısı pek az; sadece tahsilat etkinliğinin arttırılması, kripto varlıkların ve dijital ticaretin vergilendirilmesi göze çarpan hususlar. Belli ki uygulamada öteden beri sıkıştıkça başvurulan dolaylı vergiler(özellikle ÖTV) yine öne çıkacak. Bu da enflasyon trendini güçlendirecek bir nokta. 130 milyar dolarlık bir yüke ulaşan KKM sorununun çözümü de ancak üç yıllık perspektif içinde mümkün olabilir; gerçek anlamda ve kalıcı pozitif reel faize geçilmedikçe başka bir çıkış yolu görünmüyor. Kısaca programda ortaya çıkan belirtiler, önümüzdeki iki yılın hem enflasyon, hem durgunluk risklerinin yükseldiği, umutların yüksek maliyetli ya da yüksek getiri arayışındaki sıcak paraya bağlandığı bir dönem olacağına işaret ediyor.