Harvard Üniversitesi’ne yüksek lisans için gittiğimde yeni kurulan bir öğrenci kulübü dikkatimi çekmişti: Ailesinden İlk Defa Harvard’a Girenler Kulübü. Ne garip şey, böyle kulüp mü olur diye araştırınca öğrendim ki, Harvard’a lisans okumaya gelen öğrencilerin %36’sının ya annesi ya da babası Harvard mezunuymuş. Bu oran eskiden çok daha yüksekmiş. Okul, kabullerde çeşitliliği artırmaya yönelik çabalarıyla bu oranı üçte bire kadar düşürebilmiş. ABD’nin diğer prestijli üniversitelerinde de durum farklı değil. İyi okullara gitmek bir tür kalıtsal özellik haline gelmiş durumda.
Ben de “Tabii, çocukların anası babası akıllı. Çocuğu da iyi yetiştirmişler. O da Harvard’a girmiş” diye düşünmüştüm. Ancak ABD’de işler tam olarak böyle dönmüyor. Üniversitelere kabuller bizdeki gibi merkezi sınavla değil. Bir sınava giriyorsunuz. Ama sınavda aldığınız not kabul kararını etkileyen birçok etmenden sadece biri. Lisede aldığınız notlar, dersler dışındaki aktiviteleriniz ve en önemlisi referans mektuplarınız okula kabulde çok önemli. Tabi, en önemlisi de “referans mektupları.” Eğer ailenizde bir Harvard mezunu varsa, okulu etkileyecek mektuplar bulmanız kolaylaşıyor. Diyelim ki, babanızın Harvard’dan bir sınıf arkadaşının yanında staj yapıyorsunuz ve o da size referans oluyor (birkaç sene sonra da babanız da onun çocuğuna aynı kıyağı geçiyor). Okullar, “öğrencilerin ders dışındaki becerileri, çeşitlilik gibi etmenleri dikkate alıyoruz” deyip, kabul kararlarını objektif kriterlere göre savunmak zorunda değil. Bundan dolayı da kurulan bu sistem içinde hep aynı ailelerin çocukları aynı elit okullara giderek sistemi yönetir hale gelmiş.
ABD’de eşitsizlikler sadece gözle görülebilir kriterlere göre tartışılabiliyor. Bu nedenle de okullar, son 50 yıldır, siyahi öğrencilere ek kontenjanlar tanıyarak bu sistemi bir bakıma meşru kılmaya çalışmış. Yani “Okulun yarısının ebeveyni sizin mezununuz” deyince “bakın bu kadar da siyahi öğrenci alıyoruz” diyorlardı. Tabii her özel kota gibi siyahi öğrencilere ayrılan kotalar da kavgaya sebep oldu. Önce –pek de bilinmeyen bir kavga- siyahi öğrenciler arasında çıktı. Bu kotalara çoğunlukla Afrika ve Karayipler’den başvuranlar kabul edilmeye başlayınca, Afrika kökenli Amerikalı adaylar sinirlendi. “Kölelerin soyundan gelen biziz, niye bunlar bizim hakkımızı alıyor” dediler. Halbuki, Afrika ve Karayipler’den gelenler koskoca ülkelerin nüfusları içinden seçilip geldikleri için büyük sayılar kuralına göre kabul olasılıkları daha fazla oluyor. İkinci kavgayı ise çoğunlukla ilk nesil göçmenlerin çocuğu ve bu nedenle de çok çalışkan olan Asya asıllı Amerikalılar çıkardı. “Biz de azınlığız, siyahilere ayrılan kontenjan bize de ayrılmalı” dediler. Açtıkları dava şimdi Yüksek Mahkeme’de ve büyük olasılıkla tüm bu kota sistemi eşitliğe aykırı bulunarak iptal edilecek. Böylece eskiden olduğu gibi yine Harvard’a daha çok ailesinde Harvard mezunu olan öğrenciler kabul edilebilecek.
Bence ABD’deki üniversite giriş sistemiyle ilgili tartışmalardan alacağımız ders şu olmalı: Bazı sistemlerin doğru çalışabilmesi için en önemli kriterler, ortalama vatandaşa basit bir biçimde açıklanabilmesi ve güven telkin edebilmesi. Benzer bir durum seçimlerde oy verme sistemi için de geçerli. Geçen hafta Yüksek Seçim Kurulu Başkanımız, Ahmet Yener, önümüzdeki seçimlerde elektronik oy sistemine geçiş için çalışmalar yürütüldüğünü açıklamıştı. ABD’de de bazı eyaletlerde bu sistem kullanılıyor. Trump, son seçimleri kaybedince oy makinelerinde yolsuzluk var diye olay çıkarmış, gaza gelen bir güruh da başkanlık görev devrinden önce Amerikan Kongresi’ni işgal etmişti. Bu konuda ceza soruşturmaları sürerken, elektronik oy sistemlerini yapan şirket, Trump ve taraftarlarının yolsuzluk şayialarını yaydığı TV kanalı Fox News’ü dava etti. Fox News de dava uzamasın diye 783 milyon dolar tazminat ödeyip, bazı spikerlerini işten çıkarmayı kabul etti. ABD’de halkın yarısı hala seçimlerde oylamaların doğru yapıldığına inanmıyor.
Bizim gibi kurumsal yapısı ortalama düzeyde, kutuplaşma nedeniyle sistemlere duyulan güvenin giderek zayıfladığı ülkelerde, az sayıdaki çalışan sistemimize sahip çıkmalıyız. Mesela ÖSYM sınavları böyledir. Yeterince soruyu doğru yapan en iyi okula girer. Tabii ki, test yöntemi en doğru sınav sistemi olmayabilir. Mesela herkes kursa gidemeyebilir, ama alternatif sistemlere göre en objektif sistem budur. Seçimlerde oy pusulasına mühür vurup zarfa koymak, sonra da açık sayımda zarfları açmak suretiyle sayım yapmak ve gerektiğinde de mühürlü çuvaldaki oyları yeniden sayabilme imkânının olması en basit ve itibarlı seçim sistemidir. Tabii ki, “ikametimin olmadığı yerde de oy kullanabilsem” veya “internetten de oy verebilsem” diyenler olacaktır. Ama bu konforların hiçbiri, seçim sisteminin basitliğinden gelen itibarından önemli olamaz. Amerikalılar, “if it ain't broke don't fix it” diye bir lafı vardır. Çalışan sistemleri kurcalamak yerine çalışmayan sistemlerimizi düzeltmeye odaklanalım. Odaklanmamız gereken o kadar çok şey var ki… İyi bayramlar!