Hangi tercihler ve davranışlar krizleri hızlandırır?

Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ

“Tanrı sizi büyük dönüşüm dönemlerinde yaşatsın!”

Hiç kuşku yok ki insanlık kendine özgü büyük bir dönüşüm süreci yaşıyor. Tarihinin hiçbir döneminde veri ve bilgiye erişilebilirlik bugünkü potansiyelini oluşturamadı. Veriye erişme, biriktirme, ayıklama, ehlileştirme ve işleme gücü her geçen gün artıyor, genişliyor, yoğunlaşıyor ve derinleşiyor. Yaşamın bütün alanlarına ilişkin verilere ulaşılabilirlik ve erişilebilirlik arttığı halde, istatistik ve olasılık biliminin söylediklerinin tersine “belirsizliği çaresizliğe dönüştüğü” kaygısı da zihin dengelerini sarsacak korkulara dönüşüyor. Belirsizliklerin çaresizliğe dönüşmesi kaygı ve korkuları artıran etkenleri üç ayrı yazıda anımsatmak istiyoruz: İlk yazıda, bireylerin, toplulukların, toplumların ve insanlığın zararlarını bildiği halde bir türlü kökünü kazıyamadığı zaafları anımsatacağız. İkinci yazıda, “zamanın ruhunun bileşenlerini” iyi okumanın kaygı ve korkuları azaltmadaki rolünü tanımlamaya çalışacağız. Üçüncü yazıda, zamanın ruhunun bileşeni olan “teknolojik gelişmelerdeki nitelik değişmesini” kavramanın, güvenli bir gelecek yaratmadaki önemine değineceğiz.

Krizler kaçınılamaz yazgı mı?

Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’un “İktidar ve Teknoloji” kitabında ayrıntılı örnekleriyle anlattıkları gibi krizler sistemin bir parçası… Son yüzyılın “hakim gücü” ABD’de 1837, 1857, 1873, 1893 krizleri, 1930’da uç veren ve 1939’da kendini alabildiğine hissettiren “büyük bunalım” ve sonrakiler hafızalara kaydedilmiş durumda. Öteki ülkelerin yaşadıkları deneyimler de biliniyor. Krizlerin etkilerini analiz ederek, neden ortaya çıktıklarını saptamaya çalışan bilim insanları, krizlerin önemli bir bölümünün “insan doğası boşluklarının yarattığı tercih yanlışlarından” kaynaklandığını kanıtlıyor.

Açgözlülük ve sorumsuzluk? krizleri besleyen en önemli etken. Ekonomideki örgütlenmenin boşluklarından yararlanarak güçlenenler, temel amacın insan yaşamını kolaylaştırma olduğunu bir yana bırakarak, kârları maksimize etme, hisse değerini artırma, daha büyük gelire ulaşma eğiliminin çekiciliğine kendini kaptırabiliyor. Kendine fren koyma erdemi yerine, açgözlülük ve sorumsuzluk yolunu seçenler, gelir eşitsizliğini artırıyor; toplumsal düzeni sarsıyor; karşılıklı güveni yok ediyor; insanların aidiyetlerini sorguladıkları bir ortam ve iklim oluşturuyor.

Bireysel ya da kamusal ahlâk açısından açgözlülük ve sorumsuzluğu savunabilecek hiçbir gerekçe üretilemediği halde; insanlığın ortak aklı bu hastalığı aşacak kalıcı bir çare üretemiyor.

Açgözlülük ve sorumsuzluk peşinde sürüklenenler toplumun küçük bir azınlığı olduğu halde, “aklına başkasına emanet edenlerin” desteğini alarak, kitle gücünden yararlanabiliyor. Bilgiyle tercih yapma yerine, bir bilen, baba, dede, imam, kutup, hoca efendi, mehdi, veli, şeyh, gavas ne demişse onun peşinde gidenler, temel amaç olan insan yaşamını kolaylaştırma amacından sapmanın da ortakları oluyor.

Aklı emanet etme, fayda/maliyet sorgulaması zahmeti yerine, “sığınma konforunu” seçenler; son tahlilde kendimizin ve insanlığın yararına olmayan, hakim güçlerin çıkarlarını kollayan oluşumların güçlenmesine yardım ediyorlar. Diğer bir anlatımla, “inançtan düşünceye geçememiş” olanların desteğini yanına alan azınlıkların tutum ve davranışlarının biriken etkisi krizlerin oluşumunu besliyor. Duyduğu ve bildiğini sorgulama yerine, bir başkasının söylediğinin peşine takılma, insan yaşamını kolaylaştırıcı adil bir düzen yerine, eşitsizliğin, adaletsizliğin, güvensizliğin ve krizlerin yeşermesine fırsat yaratan ortam ve iklime katkı yapıyor.

Çağımızda bağlantı, iletişim-etkileşim, rekabet ve işbirlikleri olanakları alabildiğine artıyor. Küresel anlamda erişilebilirliğin artması, varlığı korumak için “yenilik üretmeyi” gerek şart haline getiriyor. Verinin, enformasyonun, bilginin, anlamanın “anlamlandırmaya” dönüştürülebilmesi için “yaratıcı yenilik” yetkinliği, “taklitten yaratıcılığa geçiş” sürecini hızlandırmayı gerektiriyor.

Krizlerden en çok etkilenen toplumların, bilim ve teknolojide öncü değil, izleyici olan, “taklitten yaratıcılığa” geçme sürecinde geç kalanlar olduğunu araştırmalar kanıtlıyor.

Bireyler “ kulluktan yurttaşlığa geçişte” geç kalmışsa, akılcı katılım yerine duygusal sürüklenmeler demokrasilerin niteliklerini de aşındırıyor. Birey, topluluk ve toplum yararını artıran ve uzun dönemli geleceği güven altına alacak olan plan ve programlar yerine, ırk ve inanç odaklı duygusal anlatımlar, aşırı değerlendirilmiş pragmatizm ve popülizm oy verme tercihlerini yönlendiriyor. Yurttaşın oy verme tercihi aşırı pragmatist ve popülist uygulamaların önünü açtığı için “krizler ile kulluktan yurttaşlığa geçiş” ile krizlerin tekrarlanması arasındaki bağlantıyı dikkate almak gerekiyor.

Kavramsal sığlığa dayalı iletişimden, içeriği boşaltılmış kavramlardan oluşturulan algıların yönlendirdiği tercihler ve davranışlar bir süre sonra kendini sorgulama özgüveni olmayanlarda alabildiğine “ego şişmesine” yol açabiliyor. “Kibir ve üstünlük inancı”, paylaşma ve sorgulamaya dayalı ortak akıl yerine, padişah iradesi gibi buyurmaya dayanan “tek tip düşünceye” yöneliyor; toplumun derinliklerine kadar sinebiliyor; üretken bir kültür yerine kasaba kültürünün üretken olmayan tercihlerini öne çıkarıyor.

Kibir ve üstünlük inancı küçük ya da büyük, yerel ya da küresel ölçeklerde şirket yönetimlerinde de gözlenen bir hastalık. Devletten piyasaya, piyasadan toplumsal algıya kibir ve üstünlük inancının yayılması, net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanmaya dayalı istikrarlı gelişmenin önünde her zaman engel oluşturabiliyor. “Kargadan başka kuş” tanımayan, “mezarlıkların vazgeçilmez insanlarla dolu olduğunu” anımsamak istemeyen, uzun yıllar bir kuruluşu ya da kurumu yönettiği halde yerine geçebilecek insanlar yetiştiremeyenler; kibir ve üstünlük inancının kör ettiği akıl ve gönül gözü nedeniyle topluma ciddi zararlar verebiliyor. Grafikte gösterildiği gibi, normal koşullardaki dengeler yerine “ karışıklıkları” artıran kriz koşullarını geçerli kılan ve insan doğasından kaynaklanan zaaflara her zaman dikkat etmek gerekiyor.

Bir işyerini yönetiyor, onu geliştirme sorumluluğunu taşıyorsak, “ilke, kural, kuram, model ve metot” konusunu sürekli sorgulayan bir yapıya sahip olmak gerekiyor. Vazgeçilmez ideallerimizi, yaratmak istediğimiz sonucu, iş süreçleri ve işgücü profili ihtiyaçları hakkında bilgiye dayalı fikirlerimizi netleştirmeliyiz. Ortaklarımızı, çalışanlarımızı, müşterilerimizi, regülasyon yapan kamu yetkililerini, siyasi irade sahiplerini ikna edecek donanıma sahip olma önemli bir güç kaynağı. Toplumun algısını, stratejik yönelimlerini, devleti oluşturan kurumların yöneticilerini tanıyarak, piyasa sisteminin işleyişini bilerek işimizi yönetme hayati önem taşıyor. İşimizin hakkını vermez, kaliteli yönetim özeni göstermezsek, normal koşulların öngörülebilirliği yerine kriz koşullarının belirsizliklerini desteklemiş oluruz. Normal koşullarda yaşamın büyük parçaları bir uzlaşı dengesi içindeyken, kriz koşullarında büyükle küçüğün karıştığı, ilke ve kuralın unutulduğu, belirsizliğin arttığı, umut yerine çaresizlik üretilen caydırıcı iklimle yüzleşiriz.

Plan bilincinin yetersizliği ve önyargı sapmaları nedeniyle “öngörme ve önlem alma disiplinsizliğinin” öne çıkması da krizlerin dip dalgalarını oluşturuyor. İlkenin, kuralın, kuramın, modelin, metodun, vizyonun, bilgiye dayalı fikrin, ikna gücünün, siyasetin, piyasanın ve toplum tercihlerinin etkili sonuçlar yaratması, “öngörme ve önlem alma disiplinine” sıkı sıkıya bağlıdır. Belirsizlikleri artıran, kriz koşullarını besleyen, çaresizliğe dönüşen ve zihinleri altüst eden ve karar vermeyi güçleştiren gelişmeleri engellemenin etkin yollarından biri öngörme ve önlem alma disiplinidir. Öngörme ve önlem alma disiplinin yaratacağı akılcı tercihlerin yaratmak istediğimiz sonuçlara bizi yaklaştırmasının olmazsa olmazı da “gözetim ve denetim disiplinidir”. Bütün iş süreçleri ve o süreçlere hayat katan işgücü profilleri hata yapmaya açıktır. Hata kültürü, hatanın yapılmasından korkmaz, tekrarlanmasından sakınır. O nedenle, “gözetim ve denetim disiplini” yetersiz kaldığında, boşluğu krizleri besleyen etkenler doldurmaktadır.

Krizleri yaratan temeldeki bir başka etken de “farklı tercihleri olan ve gelecek yaratma iddiası bulunan lider eksikliği”dir. Irk ve inanç etkenlerine abanan, mikro milliyetçilikleri öne çıkaran, toplumsal gelişmenin güvencesi olan “kurumların” içini boşaltan yönetici tipleri de krizleri besleyen ve çoğaltan etkiye sahiptir. Krizler bir alın yazgısı değildir; Mehmet’in yararlarıyla memleketin yararları dengesine özen gösteren yönetimler krizden önemli ölçüde sakınabilir

Haftaya, “Zamanın ruhunu okuyanlar krizlerin zararını azaltabilir” konusuna değineceğiz.

Tüm yazılarını göster