Uluslararası ilişkilerde ülkelerin uzun vadeli stratejileri ile taktik hamlelerini birbirinden ayırmak önemli.
Strateji, ülkenin uluslararası sistem içinde durduğu yeri ve yönelimini belirlerken, taktikler kısa vadeli, kimi zaman “günü kurtarmaya yönelik” adımları içerir.
20 yıllık AK Parti iktidarının özellikle son beş yıllık bölümünde, ülkenin güvenlik ve dış politikasının seçim sonuçlarına endekslenmiş olmasından ötürü, “strateji” ve “taktik” birbirine karışmış görünüyor.
Gerçekten öyle mi?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son bir ay içinde Rusya Lideri Vladimir Putin ile iki kez yüz yüze görüşmesi, hükümet yanlısı basında Batı karşıtı söylemlerin –yeniden- ayyuka çıkmasına neden oldu. Üstelik bizzat Erdoğan da “Şangay Beşlisi toplantısına katılacağım” açıklamasıyla “stratejik yönelim değişiyor” algısını iyice alevlendirdi. Bu arada Şangay Beşlisi artık yok. Örgütün adı ilk beşliye Özbekistan’ın da katılımıyla 6’ya çıkınca adı Şangay İşbirliği Örgütü oldu. Şu anki üye sayısı ise 9’a ulaştı .
Dolayısıyla NATO üyesi Türkiye’nin Cumhurbaşkanının, üstelik NATO’da birbiri ardına Ukrayna savaşı konusunda Rusya aleyhtarı kararlar alınırken Moskova ile bu sıklıkta “istişaresi”, sadece Türkiye’deki iç kamuoyu tarafından değil, dışarıda da yakın izlemeye alındı.
Erdoğan-Putin görüşmesinden çıkan en somut netice ise, AK Parti hükümetinin bizzat Dışişleri Bakanı’nın ağzından Suriye’deki Esad yönetimine yolladığı normalleşme izlenimi veren mesajlar oldu.
Çavuşoğlu’nun Esad’la normalleşme çıkışının AK Parti hükümeti açısından iki taktik amacı olabilir;
İÇERİYE MESAJ, DIŞARIYA MESAJ
İlk amaç, Türkiye’de iç kamuoyunun Esad’la normalleşmeye nasıl bakacağının test edilmesiydi; AK Parti hükümet yetkilileri tarafından yıllardır Esad ve rejiminin “şeytanlaştırılma” hamlelerine rağmen, seçmenin Suriye politikasındaki bu olası “U dönüşüne” olumsuz tepki vermeyeceği ortaya çıktı. Aksine; Türkiye’de ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte gözlerin ülkedeki yaklaşık 3.5 milyon Suriyeli sığınmacıya döndüğü bir ortamda, Esad’la normalleşme mesajlarının AK Parti’nin hanesine “artı” yazdığı bile söylenebilir.
İkinci amaç, Suriye’de 11 yıldır devam eden “vekalet savaşlarının” aktörlerine oldu;
Bu aktörlerden en sert tepkiyi, beklendiği üzere, AK Parti hükümetinin yıllardır desteklediği silahlı muhalif gruplar gösterdi. Suriye’nin kuzeyindeki TSK kontrolündeki bölgede Türk bayrağı yakıldı, Mehmetçiğin görev yaptığı kontrol noktaları taşlandı, bizzat Erdoğan aleyhine sloganlar atıldı.
Bu durum da, AK Parti hükümeti açısından uluslararası arenada kullanabileceği bir “mazeret” halini aldı; Suriye’de muhalifl erin Türkiye ve AK Parti hükümeti aleyhindeki gösterileri Erdoğan’ın Putin’e, “Esad’la barışmaya çalışıyorum, ama Türkiye’nin güvenlik kaygılarını da görmezden gelemem” mesajı verme fırsatı yarattı.
Esad’la normalleşme hamlesinin ABD’ye de mesaj içerdiği muhakkak; Herkesin unuttuğu – ya da unutturulmaya çalışılan- gerçek, AK Parti hükümetinin Suriye iç savaşına müdahaleye ABD’yle birlikte giriştiği. Suriye’de hala Esad’a karşı bir muhalefetin olmasının temeli, Washington yönetimi ile AK Parti hükümetinin birlikte yürüttükleri “eğit-donat” programı sayesinde atıldı. Suriye’de mevcut durumda Türkiye’nin Fırat’ın batısındaki bölgeleri kontrol etmekte olması da Washington’da memnuniyet yaratıyor. Bir NATO ülkesinin, Suriye’de Rusya’nın tümden hakimiyetine karşı alan koruması ABD’nin işine geliyor. Bu açıdan bakınca, Çavuşoğlu’nun ağzından verilen “Esad’la normalleşme” mesajları Washington’a karşı da bir “uyarı” içeriyor.
STRATEJİ DEĞİŞMEDİ
AK Parti hükümeti uluslararası ilişkilerde bu tip taktik adımları daha önce de kullandı. Hatta seçim öncesinde kendi oy kitlesini toparlayabilmek için fazlasıyla kullandı.
Bu da uluslararası aktörlerde Türkiye’deki mevcut yönetime karşı ciddi bir güven sorunu ortaya çıkardı.
Rusya Lideri Putin’in, Erdoğan’ın olanca çabasına rağmen AK Parti hükümetinin ihtiyacı olan ekonomik muslukları bir anda açmaması da;
ABD Başkanı Biden’ın Ankara’dan giden ısrarlı isteklere rağmen Erdoğan’a bir türlü Beyaz Saray randevusu vermemesi de; Mısır’ın da, İsrail’in de AK Parti’nin ilişkileri normalleşme çabalarını ağırdan alması da;
Körfez Arapları’nın, ilişkilerde Ankara’dan gelen “U dönüşlerine” rağmen bir türlü beklenen mali desteği sağlamaması da bu güven eksikliğinden kaynaklanıyor.
AK Partiye olan uluslararası güvensizliğe rağmen herkes başka bir şeyin daha farkında;
AK parti hükümeti “günü kurtarmak” adına dış politikada “aykırı” gibi görünen taktik adımlar atsa da, hükümet yetkilileri seçmeni coşturmak için Batı aleyhine hamasi nutukların tonunu arttırsa da, Türkiye’nin stratejik yönelimini bugüne kadar hiç değiştirmedi.
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşı durup, son anda pek de geçerliliği olmayan bir anlaşma ile üyeliğe yeşil ışık yakmak da;
Rum-Yunan karşıtı cepheye karşı, Doğu Akdeniz’de sondaj için alınan gemiye Kıbrıs ve Girit’in sultanlığı döneminde kaybedildiği Abdülhamit’in adının konması ve üstelik bu geminin suya sabuna dokunmayacak alanlara sondaja gönderilmesi de;
Mısır, İsrail ve Körfez Arapları gibi Amerikan müttefikleri ile barışmak için yapılan tüm suçlamaların bir anda unutulması da;
Hatta Ermenistan’la ortaya çıkan barışma hevesi de AK Parti’nin asıl stratejik hedefinin ne olduğunu ortaya koyuyor.
Bir de şu açıdan bakın;
Eğer AK parti hükümeti Türkiye’nin Batı cephesindeki stratejik konumunu değiştiriyor olsaydı, ikisi de aynı aileden gelen ve ikisi de Amerikan pasaportu taşıyan iki kişi hükümette dış politikaya ilişkin son derece kritik görevlere atanır mıydı?