Güneyde saray entrikası, kuzeyde savaş sesleri…

Türkiye şu ana kadar güneyde, Ürdün’deki Saray entrikalarına herhangi bir şekilde bulaşmış değil. Ancak iş kuzeye, sıcak çatışmanın ufukta görünür hale geldiği Ukrayna’nın ayrılıkçı Donbass bölgesine geldiğinde değişiyor.

Zeynep GÜRCANLI Yedi Düvel

21. yüzyılın soğuk savaşında Türkiye yine kilit ülke; Coğrafi konumu gereği gelen bu “kilit” olma unsuru, ister istemez çatışmaların da tam göbeğine sürüklüyor Türkiye’yi. ABD ile Rusya/Çin arasındaki 21. yüzyılın soğuk savaşında ilk karşılıklı somut adımlar yine Türkiye’nin yer aldığı coğrafyada atılıyor. Hem güneyde, hem de kuzeyde…

Ürdün’de saray birbirine girdi

Türkiye’nin güneyinde karmaşa, hiç beklenmedik bir yerden geldi; Ortadoğu’nun yönetim anlamında en istikrarlı ülkesi görünümündeki Ürdün’de Saray karıştı.

Suriye savaşından, yaklaşık 600 bin sığınmacı kabul ederek (9 milyon nüfuslu Ürdün’ün nüfusunun yüzde beşine tekabül ediyor) en çok etkilenen ülkelerden biri olan Ürdün, COVID-19 pandemisi nedeniyle de ekonomik olarak ciddi sıkıntı içinde.

Yolsuzluklar konusunda ülkede ciddi bir rahatsızlık var. Nitekim bu rahatsızlık Saray’da çıkan kavga için de bahane oldu; Ürdün Kralı Abdullah’ın küçük Kardeşi Prens Hamza, yönetime “darbe yapmaya çalışmakla” suçlandı, ev hapsine alındı. Prens Hamza hem İngilizce, hem Arapça paylaştığı video ile Kral Abdullah’ı devirme niyetinin olmadığını söyledi, ancak ülkedeki yolsuzluklar konusunda ağır eleştiriler yöneltmeyi de ihmal etmedi. Prens Hamza ile birlikte Ürdün yönetiminde üst düzey görevlerde bulunan 12 kişi daha tutuklandı. Tutuklanan isimlerden ikisi oldukça ilginç; Şerif Hasan Bin Zeyd bir dönem Ürdün Kralı’nın Suudi Arabistan temsilcisi olarak görev yapmış. İkinci isim ise, bir dönem Ürdün Kralı’nın özel kalem müdürlüğünü yapan, üst düzey bürokrat Basim Avdullah’ın ise, son dönemde Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’a “danışmanlık” yaptığı Arap basınında yer aldı.

Saray entrikasındaki dış bağlantılar sadece Suudi Arabistan’la da sınırlı değil; Prens Hamza’nın gözaltına alındığı açıklandıktan sonra, İsrail’den bir işadamının Hamza ve ailesinin ülkeden çıkarmak için çaba harcadığı da ortaya çıktı. İsrailli işadamının aslında Mossad ajanı olduğu iddiası bile yazılıp çizildi, ancak işadamı Prens Hamza ailesiyle ilişkiye geçtiğini doğrularken, hiçbir dönem Mossad’la çalışmadığını da iddia etti. Belli ki Kral Abdullah’ın bir tarafta İran/Çin/ Rusya, diğer tarafta ABD/İsrail/Suudi bloğu çevresinde cepheleşen Ortadoğu’da tarafsız durma çabaları bazılarını memnun etmiyor.

Donbass’ta savaş tamtamları

Türkiye şu ana kadar güneyde, Ürdün’deki Saray entrikalarına herhangi bir şekilde bulaşmış değil. Ancak iş kuzeye, sıcak çatışmanın ufukta görünür hale geldiği Ukrayna’nın ayrılıkçı Donbass bölgesine geldiğinde değişiyor.

2014’te başlayan Donbass Savaşı epeydir küllenmiş görünüyordu. Ancak – ne hikmetse - tam da Türkiye’nin NATO içindeki Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Gücü’nün komutasını devraldığı dönemde (Türkiye komutayı 1 Ocak 2021’te devraldı) yeniden ısındı. Görev gücü 6 bin 400 askerden oluşuyor, bunun 4 bin 200 askeri Türkiye’den. Bu güç, NATO’nun “ilk müdahale gücü” olarak anılıyor.

Ukrayna’nın Donbass’ta Rus yanlısı milislere karşı harekata başlayıp, 2014’te kaybettiği topraklarını geri almaya kalkması, NATO’nun da bu çatışmaya müdahil olması durumunda, “ilk müdahale gücünün” komutasını  Türkiye yapacak.

NATO da bu çatışmaya müdahil olmaya pek hevesli bir tablo çiziyor; NATO‘nun Baltık Denizi ve Karadeniz’de icra edeceği (Türkiye’nin de taraf olduğu) Defender Europe 2021 tatbikatı tam da Donbass krizinin alevlendiği döneme denk geldi. Üstelik tatbikatın senaryosu da “Rusya ile savaşı” içeriyor.

Tüm bunlara bir de Türkiye’nin son dönemde Ukrayna’ya sattığı SİHA’ları, Ukrayna ile geçen yıl yapılan askeri işbirliği anlaşmasını, SİHA’ların ortak üretilmesi için atılan adımları ekleyin. Türkiye son hızla Donbass’ta giderek alevlenen krizin tam ortasına doğru gidiyor izlenimi veriyor.

Montrö tartışmalarına bir de bu açıdan bakın

Hiç ilgisi yokmuş gibi görünse de, bugünlerde Türkiye’de iç politikanın ana gündemi olan Montrö tartışması da Ukrayna’da yaşananlarla çok yakından ilgili. 1936 tarihli Montrö Antlaşması, Karadeniz’de sadece kıyıdaş ülkelerin donanma bulundurmasına izin veriyor. Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkeler ise, Montrö antlaşması gereği bu denize ancak sınırlı sayıda ve büyüklükte savaş gemisi sokabiliyorlar. Bunun kontrolü ise, yine Montrö ile Türkiye’ye bırakılmış durumda.

Rusya-Ukrayna çatışmasının gündemde olduğu bu dönemde Montrö uyarınca Karadeniz’e yönelik savaş gemisi kısıtlamasından en çok muzdarip ülkenin ABD olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Nitekim Amerikalılar bunu saklamıyorlar bile. Bakın ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin 2020 yılında, yine bir NATO tatbikatına istinaden paylaştığı tweet ne diyor;

“Çok sayıda ortak ve dost ülke, Karadeniz’deki Exercise Sea Breeze adlı tatbikatta birlikte yer aldı. Tüm bu milletlerin, Karadeniz’in dünyanın tüm milletlerine açık ve serbest olması umuduyla 20’incisi gerçekleştirilen tatbikatta bir araya geldiğini görmek son derece etkileyici”

Tweetteki kilit cümle “Karadeniz’in dünyanın tüm milletlerine açık ve serbest olması umuduyla…” Bu ancak, Montrö’nün saf dışı edilmesiyle gerçekleştirilecek bir umut. AK Parti hükümetinin geçen yıl çok revaçta olan “Mavi Vatan” sloganı çerçevesinde ittifak yaptığı Amiraller ile, bugünlerde aynı amirallerin “Montrö’den vazgeçilemez” teması çerçevesinde yayınladığı ortak bildiri üzerinden giriştiği “darbecilik” eksenli tartışma da çok şey anlatıyor; S-400 alımıyla ABD’ye adeta meydan okuma devri bitti. Biden’ın gelmeyen telefonu Ankara’da telaşı arttırdıkça, bölgede AK Parti hükümetinin Washington eksenli politikalara yönelimini de arttırıyor.

Tüm yazılarını göster