Kabataş’tan Tophane’ye doğru yürürken, gözünüze ilk çarpan pek çok ünlü tabloya konu olmuş, Sultan II Mahmud tarafından Balyan ailesinden mimar Krikor Amira’ya yaptırılan Nusretiye Caminin zarif minareleri, ardından heykeltraş Seçkin Pirim’in kırmızı ‘Güneş Saati’
19. yüzyılda yapılmış minareyle İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin alanına dikilmiş 21.yüzyılın soyut heykeli uyumlu bir diyalog halinde.
Sessiz diyaloga eşlik eden başkaları da var.
İRHM’nin hemen girişinde, Seçkin Pirim’in yivlerinin bazıları eğilip bükülmüş antik siyah iki sütunu ve öğrencisi olduğu heykeltraş Meriç Hızal’ın beyaz mermer ‘Sanatçı Teknesi’ eseri.
Hızal’ın tekneye aldığı heykeltraşlar arasında Şadi Çalık, İlhan Koman, geçen hafta yer verdiğim heykeltraş Mari Gerekmezyan’ın hocası Rudolf Belling, Kenan Yontuç gibi isimler.
Türkiye’nin ilk ve en büyük plastik sanatlar müzesi İstanbul Resim Heykel Müzesi, yıllardan sonra düzenlediği ilk heykel sergisinde Pirim’in ‘Kalıntılar’ Sergisini ağırlıyor.
Heykeltraş ile buluşmak üzere müzeye girdiğimde, kaplumbağaların üzerinde yükselen mavi ve tabanına yılan dolanmış kırmızı ‘Lahid’ isimli eserleriyle, yivleri dalgalı mermer sütunlarla, kağıt işleriyle karşılaşıyorum.
Müzenin 3. Katındaki ‘Lahid’ ise müzenin karşısındaki Tophane Usta Mektebi arkeolojik kazılarında ortaya çıkartılan lahitli mekânlarla diyalog halinde.
Sanat danışmanlığını Osman Erden’ın yaptığı serginin hikâyesini ve sanatçının yolculuğunu konuşurken zaman uçup gidiyor.
İLHAM KAYNAĞI AFRODİSİAS
İRHM’de ‘Kalıntılar’ Sergisi fikri nasıl oluştu?
Aslında bu serginin fikri üç yıl öncesine ait. Antik şehirlere merakım çok fazla. Türkiye’de yüzlerce antik şehir var. Abartmayayım ama bunların yarısını gezmişimdir. Çok meraklıyım. Yurt dışında da ne zaman kahverengi bir tabela görsem dalarım. Gördüklerimin arasında âşık olduğum bir antik şehir var: Afrodisias. Aşık olma nedenlerden biri dünyanın ilk heykeltraş okulunun orada olması. Yirmi kez gitmişimdir; müthiş bir aurası, ışığı var Afridosias’ın.
Evet gezmesi çok keyifli. Kazılar düzenli, alan bakımlı çünkü Koç ailesinin eli hep Afrodias’ın üzerinde.
Müzesi de çok güzel. Antik şehirlerle ilgili bir sergi fikrim hep vardı. Hatta işleri Afrodisias’ın içinde sergilemeyi planlıyordum. Mesela burada giriş katında sergilenen lahitleri gerçek lahitlerin yanına koysam, benim devrilmiş sütun gerçek antik sütunun dibinde olsa diye düşünmüştüm. Ziyaretçi modern sütunu görünce “bu gerçekten geçmişten mi kalma” diye soracak. Yani kafa karışıklığı yaratarak geçmişle gelecek arasında bir bağ kurmayı amaçlıyordum. İzinler, sit alanı filan derken 3 yıl öncesinden tasarladığım sergiyi orada yapamadık. Eserleri hazırlamıştım. Bunları bir yerde sergileyelim deyince galerimin de tavsiyesiyle sergiyi müzede yapalım dedik. Özel müzelerimiz var ama İRHM Türkiye’nin ilk müzesi. Müze kültürü burada doğdu. Ayrıca Mimar Sinan Üniversitesi benim okulum. İşin içinde vefa borcu da var. Eserler istediğim yerde sergilenmedi diye üzüldüm ama şimdi içim rahat. Çok büyük olanları içeri sokamadık, dışardalar.
Dışardaki ‘Güneş Saati’ni müzeye bağışladım. Aslında kamusal bir alana eser bağışlamayı çok istiyordum. Etrafta çağdaş heykel görmüyoruz. İstanbul gibi muhteşem bir metropolde kamusal heykeller görebilmeliydik. Bizim halkımız anlamaz meselesine inanmıyorum.
Haklısınız ama açık alanda sergilenen eserlerle ilgili tatsız olaylar yaşandı. Şimdi Yapı Kredi Sanat Kültür’de sergilenen İlhan Koman’ın ‘Akdeniz’ eseri tahrip edilmişti. Başka örnekler de var. Öte yandan Dirimart’ta devam eden Bedri Rahmi Sergisi hatırlattı. 60’larda, 70’lerde kamusal alanlar için yapılan işler hayli fazla. İMÇ Çarşısı başta, oteller, kurumsal binalar filan. Şimdi sizin bağışınız benzer dönemin müjdecisi olabilir mi?
Bence olacak. Kamusal heykelleri tekrar göreceğiz. Dediğim gibi halkımız anlamaz söylemine katılmıyorum. Etrafında gördüğü zaman öğrenecek, alışacak, sahiplenecek. Nereden biliyorum? 1990’lı yıllarda Değirmendere Belediyesi Ahşap Heykel Sempozyumu yapardı. Üniversitede okurken iki kere katılmıştım. Tüm dünyadan sanatçılar gelirdi, yaptıkları heykeller Değirmendere’nin parklarına dikilirdi. Yaşlı olanlar “Bu putları neden diktiniz” derdi. Ama beş yaşından beri 15 yıl süren bu etkinlikle büyüyen, 90’a yakın heykelle yaşayan gençler bunları sahiplendi. Heykellerden birine bir şey olsa gidip verniklediklerini gördük.
Duruyor mu bu heykeller Değirmendere’de?
Birçoğu duruyor. Benimkiler, Meriç Hoca’nınki filan duruyor. Sahiplendiler çünkü. Burada da görüyorum. ‘Güneş Saati’ sosyal medyada çokça paylaşılıyor. Demek ki sahipleniliyor. Geçen gün heykelin orada söyleşi yapıyordum. Kaidenin etrafında oturmuş gençler var. Aralarından biri sopayla heykele vuruyor. Belki ne malzeme olduğunu anlamaya çalışıyor. Bir tanesi de diyor ki “Arkadaşım vurma çizilir”. Bunu duymak o kadar güzel bir duygu ki. Yeni nesil özellikle sahipleniyor.
Kamusal alanda eser görmek hepimizin arzusu ama özellikle Anadolu’da o kadar berbat örnekler görüyoruz ki. Orantısız heykeller, acayip semboller.
İş oraya doğru giderse hiç olmasın daha iyi. Bu yüzden kurullar olmalı. Sanatçı olarak yerel yönetimlere, kültür bakanlığına filan danışman olmak bizim işimiz değil aslında. Teklifler de geliyor. Ama şimdi diyorum ki bizim gibiler bir yerlerde olsun ki düzgün işler çıksın.
Kesinlikle. Yurt dışında sanırım belediyelerde filan öyledir.
Tabii. İngiltere’de yaşamaya başladıktan sonra görüyorum çöp bile dikemezsin kafana göre. Her şeyin kuralı var. Büyük bir şey yapılacaksa kamusal alanda kurullara gidilir, bilirkişiye danışılır.
BİRDEN BÜTÜNE ULAŞIYORUM
Yarı zamanlı Londra’da yaşıyorsunuz. Londra’da olmayı neden seçtiniz?
Vaktinde Saatchi Galerisi’nde büyük bir sergi açmıştım. Çok güzel geçmişti. Bu antik şehirler sergisinin bir ayağını Londra’da Doğa Tarihi Müzesi’nde yapmayı planlamıştım. Hatta Tasarım Müzesi’nin başındaki Tim Marlow açılacak serginin direktörüydü. Proje şimdilik durdu ama şunu anladım: Uluslararası sanat alanında top koşturmak için sanat etkinliklerinde başı çeken ülkelerde olmak gerekiyor. Daha önce New York’ta sergi açmıştım. MoMa’nın direktörüyle tanıştık. Atölyeme gelmek istedi. “İstanbul’dayım” dedim. Kartını verdi. Bir vesileyle iki yıl sonra mail gönderdiğimde adam beni hatırlamadı. Anladım ki benim New York, Londra gibi yerlerde olmam gerek. Şimdi Londra’da atölyem var. Müze direktörleri, küratörler filan derken network gelişiyor. Londra’nın kapıları açan atmosferi yadsınamaz. Hem Türk, hem İngiliz koleksiyonerlerim var.
Sanatınıza gelirsem, tekrarlanan formları çok seviyorsunuz sanırım. İç içe geçmiş kareler, dairesel dalgalar filan…
Tekrar mevzusu şöyle. İstanbul’da Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi resim bölümüne giderken Mevlana’ya merak sardım. Mevlana’nın Mesnevisi’ni birkaç kez okudum. Özellikle “Birden bütüne” lafını takıldım. Üretim biçimim oldu. Bir eleman alıp onu tekrar ederek bütüne varmak. Kelebek etkisi. Benim dünyaya verdiğim bir şey büyüyerek bütüne ulaşıyor. Birin önemi dünya enerjisinde çok önemli. Başından beri bu tekrar vardı. Lisedeyken mesela balıklar vardı giderek büyüyen sonra somuta döndü. Başlarda simetri vardı eserlerimde. Simetri hastasıydım. Sonra bu hastalık hastalığına dönüştü. Bununla başa çıkmak için psikoloğa danıştım. Sanatınla iyileş deyince simetriyi bozdum. New York’daki ‘Hypochondriac’ (hastalık hastası) Sergisi’nde bozdum simetriyi. O sergide iki eserden biri simetrik, diğeri simetrinin bozulmuş haliydi.
İÇİNE GİRİLEN BİR HEYKEL YAPTIM
Daha çok hangi malzemeleri kullanıyorsunuz?
Boyalı olanlar akrilik, alüminyum, kağıt, polyester, mermer. Mermeri ilk kez İstinye Park’taki Louis Vuitton dükkanında kullandım. Teklif geldiği zaman akrilikten yapacaktık. O dönem antik şehirleri geziyorum dolayısıyla aklım mermerde. Vuitton ekibiyle Paris’te toplantı yaparken aniden “Bu binayı antik bir anıt gibi mermerden yapabilir miyiz? Türkiye’den çıkan bir mermer olsun” diye sordum. Vuitton ilk kez binasını bir sanatçıyla yapıyor ve bu ilk İstanbul’da gerçekleşiyor. Kabul ettiler. Düşünün ki akrilikten yapsak maliyet 1 lira, mermerden maliyet 50 lira. Bunu hiç sorgulamadılar. Neticede Vuitton ekibine de söylediğim gibi “içine girilebilen bir heykel” yaptım. Bina bitti ve mermerle çalışmaya devam ettim.
Peki bundan sonra Seçkin Pirim olarak hedefiniz nedir?
Hayatım boyunca sanatla olmayı, heykel yapmayı sürdüreceğim. Bir sürü hayalim, yapmak istediğim şey var. Ben fabrika gibi üreten biri değilim. Kendim yapmayı seviyorum. 20 asistanım olabilirdi sadece iki tane var. Atölye adamıyım. Atölye benim mabedim. Atölyede geçirdiğim süre benim meditasyonum. Haftanın yedi günü çalışıyorum. En büyük şansım atölyeleri olan sanatçı, mimar çevresiyle büyüdüğüm Kuzguncuk. Orada ilk atölyemi 14 yaşında açtım. Lisedeydim. Çizim, maket, ustaların verdiği işleri yapıyordum. Bugün aynı tempo devam ediyor. Her şeyi kendim yapıyorum o yüzden kafamda bir sürü proje var. Hedefim şu: Türkiye’de doğmuş, Türkiye’de büyümüş, Türkiye’de okumuş biri olarak bir dünya sanatçısı olmak. Evrensel bir şeyi tüm dünya ile paylaşmak istiyorum. Ülkeleri en iyi tanıtan şey sanat. Sanat ortak bir dil. Dünyanın her yerinde sergi açtım. Bırakın sanatını Türkiye’nin T’sini bilmeyen insanlarla karşılaştım. “Deveye mi biniyorsunuz” diye soran oldu.
Sizce günün birinde dünya Türkiye’nin çağdaş sanatını tanıyacak mı?
Maalesef şu anda sadece spesifik isimler biliniyor. Canan Tolon, Refik Anadol, Ayşe Erkmen, Alev Ebuzziya gibi. Benim de İngiltere’de, ABD’de iyi bir koleksiyoncu kitlem var. Şanghay’da çok tanınıyorum. Bu arada popüler olmakla, sanatıyla tanınmak arasında bir fark var. Bence Türkiye’de çok yetenekli sanatçılar var. Sorun bunları yurt dışına taşıyamamak. İmkanlar kısıtlı. Ancak iyi haber şu: Bugün yurt dışında sergi açmak kolaylaştı. Ülkenin genel durumu düzelirse beş yıl içerisinde her şey iyiye gidebilir.
İstinye Park İstanbul’da
Kazım Karakaya heykelleri
Seçkin Pirim’in dediği gibi, İstanbul gibi bir şehir çağdaş sanat eserlerinin kamusal alanlarda sergilenmesinde diğer büyük metropollere göre hayli geride.
Ne ki, son dönemlerde İstanbulluları çağdaş sanatla buluşturmayı amaçlayan bazı isimlere rastlıyoruz.
Bunların arasında Orijin Grubu’nun ortakları Zafer Yıldırım ile Zafer Kurşun’u sayabiliriz.
İstinye Park İstanbul’un sahipleri, Bozlu Art Project’in iş birliğiyle AVM’nin içinde iki, bahçeye iki adet olmak üzere heykeltraş Kazım Karakaya’nın dört eserine yer verdi.
Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’nde eğitim alan Kazım Karakaya, mezun olduktan sonra bir dönem heykeltraş Mehmet Aksoy ile çalışmış
İlk kişisel sergisini 2004 yılında İş Bankası Parmakkapı Sanat Galerisi’nde açan sanatçının son sergisi ise Bozlu Art Project’in Mongeri binasındaydı.
Karakaya’nın İstinye Park İstanbul’daki çarpıcı geyik, ejder heykelleri, Osmanlı’nın kat’ı sanatı tekniğine benzer bir teknik uyguladığı saç tabakalardan ve alüminyum ile taş karışımından üretilmiş.