Türkiye’nin İsveç pazarlığı sırasında en çok dikkat çeken noktalardan biri Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecine destek istemesiydi. Benim gibi birçok kişi Türkiye’nin pazarlık masasına bu konuyu getirmesini Ankara’nın son yıllarda zayıflayan AB iştahının tekrar artması olarak yorumlamak istedi.
Her ne kadar AB üyelik desteği bir koşul olarak öne sürülse de ve hatta bu koşul İsveç ve diğer AB üyesi NATO ülkeleri tarafından kabul edilse bile kısa ve orta vadede Türkiye’nin tam üye olmasını beklemek gerçekçi bir beklenti olmaz. Hatta bırakın kısa ve orta vadeyi, uzun vadede bile Türkiye’nin AB üyeliği çok olası görünmüyor. Bu arada Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un dediği gibi İsveç’in NATO üyeliği ve Türkiye’nin AB üyeliği birbirleri ile “ilişkili olmayan” meseleler. O halde AB konusunun tekrar gündeme gelmesi neden bizi bu kadar heyecanlandırıyor?
Heyecanlandırıyor çünkü AB üyeliğinden çok Türkiye’nin yönünün batı ve gündeminin AB üyeliğine götüren koşullara odaklanmak olması fikri bize hoş geliyor. Her ne kadar ufukta böyle bir üyelik görünmese de en büyük ve en istikrarlı pazarımız olan AB ile sürecin devam etmesi gerekiyor. Sadece bizim değil onlar açısından da sürecin devam etmesi, Türkiye’nin sırtını batıya dönüp yüzünü doğuya çevirmemesi önemlidir. Yani Mahfi Eğilmez’in dediği gibi onlar bizi alacakmış gibi yapacak; biz ise AB’ye gerçekten üye olmak istiyormuş gibi yapacağız.
AB’nin üyelik için şartları belli. 2005 başında müzakere süreci başladığında bu koşullar Türkiye’ye iletildi ve o zaman ki hükümet bunları kabul etti. AB’nin müzakere sürecinin tamamlanması için dayattığı koşullar aslında Türkiye’yi ileriye taşıyacak maddelerden oluşuyor. Toplam 35 başlık altın gruplandıran bu koşulları biz Avrupa Birliği için değil kendimiz için yerine getirmeliyiz. Bunları tamamladığımızda, ülke olarak zaten AB desteğine ihtiyacımız kalmayabilir. Diğer bir deyişle, bunları AB için değil kendi halkımız hak ettiği için yapmalıyız.
AB üyeliği ufukta görünmüyor olabilir ama elimizde “Gümrük Birliği” gibi dev AB pazarına girişimizi kolaylaştıran bir anlaşma var. Kısa vadede Türkiye’nin önemli dış meselesi Avrupa Birliği ile ilişkileri rayına oturtmak ve 30 yıllık Gümrük Birliği anlaşmasını yenilemektir.
Daha önce de bu konu sıklıkla gündeme geldi. Bizler de defalarca yazdık, çizdik. Zaman zaman “upgrade” denildi; bazen “modernizasyon” olarak adlandırıldı; bazen de “güncelleme”. 1995 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği anlaşmasının zamanın gerisinde kaldığı ve yenilenmesi gerektiği ifade edildi. Bu konuda geçmişte iki taraf arasında mutabakat zaptı imzalandı; yol haritası bile çıkarıldı. Ama ilerleme olmadı, ya da çok yavaş oldu. Oysa böylesi bir güncelleme ile birlik kapsamına tarım ve hizmetler de dahil edilecekti. Firmalarımız AB’nin dev kamu alımları pazarından pay alacaktı. AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye otomatik taraf olacaktı. Ankara AB’nin ilgili karar alma mekanizmalarında yer alacaktı. Türk mallarının taşınmasıyla ilgili liberasyona gidilecekti.
Gümrük Birliği’nin güncellenmesi Türkiye’nin temel önceliklerinden biri olmalıdır. Türkiye bu noktada ısrarlarını sürdürmelidir.
Kısacası; son 10 yıldır aksayan ve zayıflayan AB ile ilişkiler konusunda atılacak en yanlış adım AB’ye küsüp “Biz kendi yolumuza gideriz” demektir. Avrupa’nın uzak komşusu olmaktansa tam ya da imtiyazlı ortağı ya da güncellenmiş bir gümrük birliği anlaşması ile iyi bir ticaret ve ekonomi ortağı olmak bizim çıkarımıza bir adımdır.