Gri saçlılar ülkesi: Yaşlanan Türkiye'den rakamlar

Mahir Çipil

Hazine Müsteşarlığı eski Raportörü

Türkiye’nin büyüme potansiyeli hakkında 2000’lerin başlarından 2010’lu yıllara dek yabancı dinleyicilere çok kereler sunum yaptım. Hazine Müsteşarlığı’ndayken Avrupa Birliği, Dünya Bankası gibi kuruluşlara ve daha sonra da özel sektörde uluslararası sigorta gruplarına genç nüfuslu Türkiye’nin büyüme fırsatlarını anlatıp durdum. 

Bu sunumları hazırlarken oluşan alışkanlıktan olsa gerek, nüfus istatistiklerimize zaman zaman hala göz atarım. Türkiye’deki doğurganlık oranının düşmesi bugünlerde bir kez daha hararetle tartışılırken, işte aklıma bu rakamlar geldi. Gerçekten de Türkiye gri ve hatta beyaz saçlı insanların ülkesine mi dönüyor?

Öncelikle, yaşlanan nüfus konusunun ne kadar ciddiye alınması gerekir? Ortalama yaşı giderek artan bir nüfus, işgücü piyasası, sağlık ve emeklilik sistemleri üzerinde baskı yaratmak gibi ekonomik etkilere de sahip; aile yapılarını, sosyal hizmetlere olan ihtiyacı değiştirmesi gibi sosyal etkilere ve hatta yaşlı seçmenlerin artması ile siyasi partilerin ve hükümetlerin gündemini değiştirebilmesiyle politik etkilere de.

Dünya nüfusu yaşlandı mı?

Bu “çok etkili” konu, sadece bizim değil tüm dünyanın gündeminde. Sağlık teknolojisi ve hizmetlerindeki gelişimin yanı sıra doğurganlık oranının düşmesiyle birlikte toplumlar giderek yaşlanıyor.

“Yaşlı toplum” ifadesinin rakamsal, net bir tanımı var aslında. Birleşmiş Milletler’e göre yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranının %10'u geçmesi halinde o toplum “yaşlı” olarak değerlendirilebiliyor. Ki, şu an dünya nüfusunun %10’unu yaşlı nüfus oluşturuyor; yani dünya ortalaması hali hazırda yaşlı diyebiliriz.

En yüksek yaşlı nüfus oranına sahip ilk üç ülke sırasıyla %30,1 ile Japonya, %24,5 ile İtalya ve %23,6 ile Finlandiya. Türkiye ise %10,2’lik oranı ile 184 ülke arasında 67. sırada yer alıyor. Bu sonuca hâlâ orta sıralardayız diye sevinebiliriz belki. Ama diğer yandan, yaşlı bir toplum olarak etiketlenmemizi sağlayacak eşik değeri geçmiş durumdayız. Üstelik bu oran, çok değil 2018 yılında %8,8 idi. Dünya Bankası'na göre, Türkiye'nin yaşlanma hızı, dünya ortalamasının (0,7 puan) iki katından fazla (1,5 puan). 

Daha az çocuk yapıyoruz

Yaşlanmadaki temel faktörlerden biri doğurganlık oranı demiştik; OECD ülkelerinin ortalama toplam doğurganlık oranı 1960’ta 3,3 iken 2022’de 1,5’e kadar gerilemiş. Türkiye’deki düşüş ise daha da dramatik. Aynı dönemde 6.4’ten 1.6’ya muazzam bir düşüşümüz var. Doğurganlığımızın nüfusun yenilenme düzeyi olan 2.1'in altında kalması da gelecek için ayrıca kötü bir haber.

Kadınların anne oldukları yaşın giderek artması, doğurganlık oranındaki düşüşün doğal nedenlerinden. 2001 yılında çocuk sahibi olan annelerin ortalama yaşı 26,7 iken 2023 yılında 29,2’ye yükseldi. İlk kez anne olan annelerin ortalama yaşı ise 27.

Aile yardımlarının stratejik önemi

Doğurganlığı artırabilmek, yaşlanan her toplumun yüzleştiği karmaşık bir hedef. Aileye yönelik yardımların artırılması, çocuk sahibi olmayı teşvik ederek nüfusun yaşlanmasını azaltabilecek önemli adımlardan. Lakin, aile yardımları için kamu harcamalarının ülke ekonomisindeki (gayri safi yurtiçi hasıla) payı OECD ülkelerinde ortalama %2’nin üzerindeyken; Türkiye binde 5 ile bu sıralamada son sırada yer alıyor.

Kadın erkek eşitliğini hedeflemek

Konula ilgili bir OECD çalışmasında da belirtildiği gibi “kadınlar iş ve aile yaşamını erkeklerle eşit düzeyde birleştirebildiklerinde doğurganlık artacaktır”. Ama kadınlara sunulacak doğum desteklerinin işverenlerin kadın çalışanı istihdam etmemeyi tercih etmesi gibi büyük bir tehlike de var ufukta. Bu nedenle kreş yardımı, vergi teşviği, konut desteği gibi çözümün odağına aileye alan alternatifler mutlaka değerlendirilmeli.

Ebeveyn olmanın dayanılmaz hafifliği

İki çocuklu bir ebeveyn olarak, ülkemizde çocuk sahibi olmanın manevi, ekonomik ve lojistik zorluklarını doğrudan deneyimliyorum. Kişisel olarak; ailelere yönelik stratejik yardımlar olmadan doğurganlık konusundaki olumsuz trendin aşılmasını imkânsız olarak görüyorum.

Bu yardımların yanı sıra, aslında sadece kadınların değil erkekler de dahil olmak üzere ebeveynlerin yarı zamanlı çalışabilme ve bu kazançları ile ailelerini geçindirebilmeleri, doğurganlığın önündeki özellikle lojistik engelleri önemli oranda azaltabilir. Maalesef Türkiye %8.9 ile OECD’nin yarı zamanlı çalışma ortalamasının (%16.1) oldukça altında.

Türkiye’de şehirde yaşayan çekirdek bir ailedeki ebeveynlerin çocuklarını okula, etkinliklere götürüp getirme, çocuklarıyla ve evleriyle layıkıyla ilgilenebilmeleri giderek mümkün olmaktan uzaklaşıyor. Üstelik, yüksek enflasyonist ortamda bakıcı gibi dışarıdan alınabilecek hizmet desteğinin sürdürülebilirliği de giderek güçleşiyor. 

Ülkemizin değişen sosyolojik yapısı da büyükanne ve büyükbabalar başta olmak üzere çekirdek ailenin dışındaki aile bireylerinden alınan desteği, önceki kuşaklara göre giderek daha ulaşılamaz bir hale getiriyor. Geç anne baba olmak kadar iş imkânsızlıkları nedeniyle ülke içindeki göç, geniş aileden alınan desteği azaltan başlıca nedenler arasında. Değişen yaşam şekilleri de artık insanların geniş ailelerden uzakta yaşamalarına neden olabiliyor. Nitekim Türkiye’de her beş haneden birinde sadece tek birey yaşar hale geldi (%19.7).

Okumayan, çalışmayan genç milyonlar

Genç nüfusun iş gücü katılımı da odaklanılması gereken diğer bir önemli başlık. Ülkemizdeki gençlerden neredeyse her üç tanesinden bir tanesi (%28), ne okula gidiyor,  ne de çalışıyor. Türkiye, OECD ülkeleri arasında bu oranın en yüksek olduğu yer. Gençlerle ilgili bu karamsar tablo da çocuk sahibi olmayı çok çeşitli açılardan sınırlandıran bir gerçek.

Çok yönlü ve entegre stratejiler?

Türkiye'nin yaşlanan nüfus sorununun önüne geçebilmesi için çok yönlü ve entegre stratejiler benimsenmelidir. Doğurganlık oranlarını artıracak aile dostu politikalar, genç nüfusun iş gücüne katılımını teşvik edecek eğitim ve istihdam programları, nitelikli göçmen politikaları ve toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyen önlemler gibi. Bu yaklaşımlar, Türkiye'nin demografik dengesini koruyarak, ekonomik ve sosyal istikrarını sürdürebilmesine katkı sağlayabilir.

Bu adımlar acilen atılmadığı takdirde ülkemizin giderek daha yaşlanacağını kesin. TÜİK’in yayımladığı nüfus projeksiyonlarına göre yaşlı nüfus oranımız 2040 yılında %16’yı geçerken, ortalama yaşımız ise 40’a yaklaşmış olacak.

Dünya teknolojinin tetiklediği bir üretim ve dolayısıyla tüketim devrimini doludizgin yaşarken, sosyal yapılar da buna bağlı olarak köklü biçimde değişiyor. Bu değişimleri yaşlı bir nüfusla karşılayıp, başarıyla yönetebilmek sadece ülkemiz için değil dünyanın geneli için pek gerçekçi görünmüyor.

Tüm yazılarını göster