Gratia non tollit naturam sed perficit

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

“Tanrı doğayı ortadan kaldırmaz; onu mükemmelleştirir” şeklindeki kilise doktrinine referansla Sheldon Wolin (1960) şu formülü şekillendiriyor: “Gratia non tollit scientiam politicam sed perficit”. Yani “Tanrı siyaset bilimini ortadan kaldırmaz; onu mükemmelleştirir”. Gratia burada Tanrı veya Tanrının inayeti (lütfu) olarak çevrilmelidir. Ancak, Wolin’in alıntıyı yapma amacına uygun olarak bu terimin gerçek anlamını çok zorlarsak belki ‘ilahiyat öğretisi’ olarak da yorumlanabilir. Eninde sonunda bu bir eğretilemedir ve Wolin, Tommaso d’Aquino’nun –Thomas of Aquinas- önemli bir ifadesini kendi tezini iletmek için değiştirmektedir. Unutmayalım ki Marx da Kapital’in ilk baskısına yazdığı önsözde Dante’nin dizesini değiştirmiş ve ‘beni takip et’ “Vien dietro a me”- yerine ‘kendi yolunu izle’ -“Segui il tuo corso”- demeyi tercih etmişti. Sheldon Wolin, teoloji baştan siyasileşmiş ise, sonradan incelikle işlenerek teolojinin marjında yaratılan siyasal ilahiyatın içinden siyasetin kendisini –ve siyasetin bilimini- çekip alıp özerkleştirmek, sekülerleştirmek mümkündür ve tarihsel olarak olan zaten budur görüşünü öne sürüyor. Elbette bu, Wolin’in belirttiği gibi, sadece ve sadece siyasetin –ilahiyatın içinde ifade edildiği dönemlerde dahi- özerkliğini yüzyıllar boyunca muhafaza etmiş olmasıyla mümkün olabilir.

Öte yandan sekülerleştirilmiş siyaset bilimi kavramlarının, yüzyıllar boyunca ilahiyatın içinde formüle edilmiş olmalarından dolayı, siyasal teolojiye geri döndürülmeleri de mümkün olamaz mı? Nitekim bilindiği gibi Carl Schmitt 1922 yılında Siyasal Teoloji adındaki çok bilinen kitabında üstü örtük biçimde olsa da bu olasılık üzerinde durmuştur. Nicholas Heron’un 2018 tarihli mükemmel çalışması sayesinde yolculuğun tek yönlü olmadığını, teolojikleşmenin esasen politik olan kavramları litürjikleştirmiş olduğunu, yani orijinde politik-seküler olanın teolojikleştirilip sonra yeniden de-teolojikleştirilmiş (sekülarize edilmiş) olduğunu düşünebiliyoruz. Giorgio Agamben’in (2011) “ekonominin sekülarize edilmiş teolojik bir model olduğu tezi ters yönde çalışabilir ve teolojinin orijininde ‘ekonomik’ olduğunu, sonradan sekülarizasyon sonucu bu hale gelmiş olmadığını imler” ifadesini unutmamalıyız. Agamben bilerek fazlasıyla serbestçe çevirdiğimiz bu cümlede ekonomiden bir değerler dizisi olarak bahsediyor; gerçek bir ekonomiyi anlatmıyor.

Batı düşüncesinin siyasal kaynakları ve temel temaları zaman içinde prizmada kırılarak, aynada aksederek, değişik coğrafyalarda eğilip bükülerek tekrar tekrar karşımıza çıkmakta ve değişmiş halleriyle yeniden ana nehir yatağına ulaşmaktadır. Değişim ve dönüşüm açıktır. Ancak bir tür süreklilik ya da kaybolmama hali de söz konusudur. Örneğin doğal hukuk/doğal haklar konusu kaybolamayacak kadar köklü ve kadim bir mesele olup değişik bağlamlarda farklı siyasi kültürlere ve ideolojilere eklemlenerek yeniden su yüzüne çıkabilmektedir. Sorunun özü siyasal iktidarın doğasıdır. Bu doğa pek çok biçim alabilir. Kilise kaynaklarının bahsettiği gibi corpus mysticum olabilir. Orta Çağ’dan gelen, Maitland, von Gierke ve Kantorowicz’in açıkladığı persona ficta veya sole corporate, Tudor kuramındaki uzantısıyla “kralın iki vücudu” olabilir. Meşhur raison d’état veya ragione di stato olabilir. Schmitt’in Katolik kilisesi için kullandığı ifadeyle complexio oppositorum olabilir. Yani siyasal iktidarın doğası ‘mistik vücut’, ‘kurgusal kişilik’, ‘tek kişilik şirket’, ‘devlet aklı’ veya ‘karşıtların oluşturduğu karmaşık yapı’ olabiliyor. Bu adlandırmaların bir bölümü aynı zamanda kilisenin nitelendirilmesinde kullanılmıştır çünkü Hristiyan Orta Çağ’ında kilise ve seküler otorite bakışımlıdır. Söz konusu simetri dolayısıyla kaçınılmaz olarak konunun bir yönü sekülarizme ve laisizme açılıyor.

Ancak süreklilik hipotezi bir Begriffsgeschichte haline gelirse verimsizleşecektir. “Tarih-aşırı”, bozulmaz özlerin resm-i geçidine dönüşecektir ki süreklilik hipotezi bu durumda esasen totolojik bir karakter kazanma riski taşır. Kavramları onları kullanan öznenin içinde devindiği iktisadi, hukuki ve siyasi bağlamdan fazla koparır, onlara fazla ileri görüşlülük atfedersek –aşırı rasyonalite; mükemmel öngörü, sürecin amacı ve sonu olduğunu varsayarsak limitte teleoloji- entelektüel tarih bozulmamış kavramların tarihsel yolculuğuna dönüşebilir. Entelektüel ve siyasi tarihte, arı ekonomi kuramının matematiksel kipinde olduğu gibi en saf biçiminde ilk-sermaye/kök-sermaye (Urkapital) ve onun kapitalist genel kar oranına eşit bulunan artış oranı türü kavramsallaştırmalardan kaçınmak gerekiyor. Arı ekonomi kuramında belki mümkündür –limit bir durumu göstermek için faydalı bile olabilir- fakat entelektüel tarihte zorlamalara yol açacaktır. Kök-kavramın değişmez özünün tarihsel yolculuğunda bir Urbegriff hikâyesi anlatmaya başlarız ki çok önemli akademisyenler bile bu tür anlatının cazibesinden kaçamayabiliyorlar. En bilineni sıklıkla seküler sürümlerinde bile önümüze çıkabilen “ilk günah” mitidir. Tartışmalı leyenda negra bu türe bir örnek sayılabilir mi? Toparlarsak, temel temaların ve kaynakların değişerek yeniden karşımıza çıkmaları temel kavramların değişmeksizin tarihsel bir fonda resm-i geçit yaptıkları anlamına gelmez.

Kantorowicz bir makalesinde (1955) bize Percy Ernst Schramm’ın seküler otoritenin ve kilise otoritesinin birbirlerini nasıl taklit ettiklerini imitatio imperii ve imitatio sacerdotii kavramlarıyla açıkladığını ifade ediyor. İşaretler, rütbeler, semboller, ayrıcalıklar, görevler toptan ayna etkisiyle birbirlerini yansıtıyordu. O kadar ki sonunda sacerdotium emperyal bir görünüm kazanırken regnum da kilisenin aynadaki aksi haline geliyordu. Dini ve dünyevi otoriteler sembollerinde simetrikleşmiş, birbirlerinin aynadaki akisleri haline gelmişlerdi. Başkanlık sistemlerinin siyasal teolojisi bu genel sorunun ve simetrinin –siyasal iktidarın doğası ve kaynağı- bir alt kümesi olarak görülemez mi?

Tüm yazılarını göster