Farkına varmışsınızdır,gelişmeler ve açıklamalar normalin ve beklentilerin uzağında kaldıkça, daha doğrusu tamamen aksi yönde gerçekleştikçe aynı yorumları ve eleştirileri yinelemektense daha seyrek yazmayı tercih ediyoruz. Aksi takdirde tabir caizse havanda su dövme durumunda kalmak da hoş olmuyor. Bir önceki yazımızda para otoritesinin sürpriz kararı ile 100 baz puanlık indirimini irdelemiş ve neden rasyonel bulmadığımızı açıklamıştık. Ama aynı zamanda bu gelişmenin artık hata ile nitelenemiyeceğini, bilerek izlenen bir politika değişikliğinin söz konusu olduğunu belirtmiştik. Çok geçmedi, MB’nin Ekim ayındaki toplantısında bu defa 200 baz puanlık bir faiz indirimi ile bu ihtimal doğrulandı. Üstelik bu defa açıklamada “çekirdek enflasyonu gözetme” argümanı yerine “döviz kurunu yükselterek cari açığı kapatma ve böylece istikrarlı büyüme”, bir stratejik hedef olarak vurgulandı. Bunun MB’nin asli amacı olan enflasyonu düşürmek ve fiyat istikrarını sağlamak ile ne kadar bağdaştığı bir tarafa, kendi içinde ne kadar tutarlı olduğu da fazlasıyla tartışmalı. Cari açık kısa vadede kapatılacak basit bir dengesizlik değil üretim yapımızın ve ihracat dinamiğimizin, bunların yol açtığı dış kaynak ihtiyacının yol açtığı karmaşık bir olgu olduğu gibi yüksek döviz borcu nedeniyle dış ödeme gücü ve borç servisi kapasitesi, rekor CDS priminden de anlaşılacağı üzere, sürekli sorgulanıp izlenen bir ülkede böyle bir politikanın risk algısına nasıl bir etki yapacağı da kaygı doğuran bir soru işareti.
Yeni strateji gerçekçi mi?
Daha önce de söylemiştik, bizim gibi üretimi ithalata bağımlı ve düşük/orta teknoloji ağırlıklı bir ekonomide ihracatın kalıcı artışı, kur artışına değil, katma değeri yüksek ve çeşitlenmiş üretime, Ar-Ge ve inovasyona, nitelikli işgücüne ve hukuk güvenliğine bağlıdır. Bizde ise böyle bir dönüşüme ne toplumun (ve reel kesimin) ağırlıklı talebi,ne de politikacıların sabrı ve niyeti olmadığı için sadece kuru yükselterek bu sonuca ulaşılabileceği sanılmaktadır; bir de muhtemelen bunu destekleyeceği öngörülen, fakat açıkça ifade edilmeyen “düşük işgücü maliyeti”faktörü söz konusudur. Bu yaklaşımın hatalı olduğu birden fazla açıdan belli. Bir defa ihracatımızın fiyat esnekliği çok sınırlı. Düşük ve orta teknoloji düzeyindeki şirketlerimizin karlılıkları, verimlilikleri, dolayısıyla katma değerleri düşük; nitekim ilk dokuz ayda artan ihracatın bileşimindeki orta ve yüksek ürünlerin payı %2’den fazla düşmüş durumda. İhracatta ortalama birim değer zaten düşük; içerdeki devalüasyondan kazanılan avantajın bir bölümü de alıcıların fiyat indirimi talepleri ile yitirilebilir. Pandemide daha hızlı toparlanan AB ülkeleri gerçekten de ihracatın ilk dokuz ayda %21 arttığı doğru; ancak gözardı edilmemeli ki Endonezya, Güney Afrika, Brezilya ve Çin gibi 10 kadar ülkenin ihracatı, paraları bu şekilde devalüe edilmemesine rağmen, bizimkinden çok daha fazla ( iki katı civarında ) arttı. Zaten ilk altı ayda azalan dış ticaret açığının Temmuz’dan itibaren yeniden artmaya başlaması da aynı yönde bir işaret. 2000’li yıllardan beri pek çok strateji çalışmasına ve konferansa konu edilen “cari açık” sorunu ile ilgili yapısal nitelikte bir mesafe alınamamışken bu dönüşümün sadece kur artışı ile sağlanacağını ummak hiç de gerçekçi durmuyor.
Öte yandan faiz indiriminin istikrarlı büyüme sağlaması, ancak enflasyonun düşürüldüğü, TL’den kaçışın ve dolarizasyonun olmadığı koşullarda mümkün olabilir. Oysa bir yandan düşürülen politika faizinin bire bir yansıdığı mevduat faizindeki düşüş dolarizasyonu hızlandıracak, öte yandan lojistik zincirlerindeki aksamayla pandemide dünya çapında emtia fiyatlarının yükselmesi içeride kur artışı ve üretim yetersizliği nedeniyle oluşan enflasyonu daha da körükleyecektir. Ekim ayında %46.3 tarihi zirveye şimdiden ulaşan yıllık ÜFE’nin aylık artışı da %5. TÜFE ise şimdilik %20 olsa da enerji ve temel mallara yapılan zamlar ile kur artışlarının bir süre sonra tüketici fiyatlarına yansıması ile aynı artış trendini izleyecek. Kur artışının bir başka olumsuz etkisi de, bir süredir borçlarındaki yüksek döviz payını düşürmeye çalışan reel kesimin döviz borcunun yeniden %40’lara yükselmesiyle ortaya çıkmış durumda.
Bütçe ayağı ve zararı durdurma gereği
İşin bir de bütçe ile ilgili cephesi var. Hazine’nin bir bölümü de iç borç stokunda olan döviz borçlarının toplam borcunun %58’ine varmış, üstelik borç servisi için yapacağı yeni borçlanmalardaki maliyetin yükselen CDS nedeniyle artacak olması,ayrıca altyapı projelerindeki döviz cinsinden garantiler bütçe dengesini bozup açığı büyütecek. Ayrıca enerji maliyetlerini tümüyle halka yansıtmamak için bunun üzerindeki vergi gelirlerinden de vazgeçilmesi söz konusu. Sadece ekim ayındaki kur artışının Hazine’ye maliyeti, daha vergilerdeki kayıp dikkate alınmadan, 100 miyar TL’yi aşıyor. Tabii artan enflasyonun ücretlerde de bir artışı zorunlu kılması nedeniyle bütçe giderlerindeki ek artışı da dikkate almak gerekir.
Kısacası girilen yolda tünelin ucu görünmüyor. Yapılacak iş, muhtemelen bir noktada zararı durdurmaya karar vermektir. O zamana kadar izlecek tablo maalesef göle maya çalmaktan ibaret görünüyor.