Yazılım Sanayicileri Derneği’nin (YASAD) düzenlediği II. Yazılım Sektörü ve Globalleşme Zirvesi’nde global bir yazılım sektörümüz olmasının hayalini kurdum. Bu hayali gerçekleştirmek için “hangi yazılım sektörümüz” sorusunu sormak gerektiğini düşünüyorum. Buna gelmeden HİB Yazılım ve Bilişim Komitesi Başkanı İlhan Bağören’in dikkat çektiği üç madde ile başlamak yararlı olacaktır.
Türkiye 2023’te 3,5 milyar dolarlık yazılım ihracatı gerçekleştiriyor. Hizmet İhracatçıları Birliği (HİB) Yazılım ve Bilişim Komitesi Başkanı İlhan Bağören, bu rakamı verdikten sonra “Bu yılın ilk beş ayını yaklaşık yüzde 23 büyüme ile kapadık. Demek ki yılı 4-4,5 milyar dolarlık ihracatla kapatacağız. Bu, gönüllerdeki rakamın çok çok altında” diyor. Bağören’in daha önceki açıklamalarından 25 milyar dolarlık bir rakama ulaşılabileceğini düşündüğünü biliyoruz. Bunun anlayabildiğim kadarıyla basit bir matematiği var. Türkiye’deki yazılım şirketlerinin yabancı yazılım şirketlerinin Ar-Ge departmanı gibi çalıştığı ve bu şirketlerin Ar-Ge’ye ayırdığı yüzde 10-15’lik bütçe kadar bir pazara hitap ettiği düşünülüyor. Dolayısıyla pazarın tamamı hedef alındığında ve bu pazar için üretim yapıldığında matematik bize 25 milyar dolar rakamını veriyor. Bağören YASAD zirvesinde bunu “20 ila 30 milyar dolar” şeklinde ifade etti. Çok güzel ama biz mühendislerin matematikçiler hakkında anlattığı fıkraları dikkate alırsanız, bu güzel matematiği dokunmadan bırakmayacağımı da anlarsınız.
Yazılım, kendi özellikleri olan bir alan ancak genel ekonomiden bağımsız değil. Ben yazılım şirketlerini daha çok yarattıkları gelecek beklentisi ile takip ediyorum. Bunun nedeni, yazılım ya da daha geniş bir tanımlama ile bilişim şirketlerinin gelecek beklentisi yaratmasının menkul kıymet borsalarının hisse senetlerini gelecekteki kazanç beklentisine göre fiyatlaması nedeniyle oluşan mükemmel eşleşme. Ekonominin iki ayrı coğrafyasının bu uyumu, bugün de gördüğümüz gibi bilişim ve yazılım şirketlerinin çok yüksek piyasa değerlerine ulaşmasına neden oluyor. Bunu gerçekten yapanları var; yalandan beklenti yaratan veya gerçek değişimi engelleyerek kendi değerini yüksek gösteren var. Ancak para burada dönüyor ve bu para ile ekosistem kuran veya bir ekosisteme dahil olan yazılım/bilişim şirketleri daha uzun süre varlık gösterebiliyor.
Yazılım sektörünün odaklanması gereken üç önemli konu var
Bunu ve buna benzer temel olguları bilmek, Bağören’in içinde bulunduğumuz durum hakkında bir matematikçi katiyetiyle ne kadar doğru şeyler söylediğini anlamayı kolaylaştırıyor. Bağören’in “bakanlık ve kamu ile birlikte çalışarak düzelteceğimiz bazı şeyler var” sözleriyle dikkat çektiği üç nokta var ve bunların üçü de Türkiye’nin artık kronikleşmiş hastalıkları:
1- Birinci problem, özkaynak ile iş yapmak zorunda kalmanın büyümeyi şirketler için öldürücü hale getirmesi yani finansman sorunu. Bağören, “Özellikle YASAD’ın temsil ettiği şirketler ülkemizde orta gelir tuzağına yakalanan şirketler; hemen hemen hepsi birer güzel proje yapmış, iş modelini ispatlamış, 3-5 milyon gibi bir ihracata gelmiş ve orada tıkanmış. Buradan öteye geçmek için finansman gerekiyor yani özkaynak ile daha ileriye geçilmiyor maalesef. Bizim balina dediğimiz çok büyük fırsatlar, bulardan iki üç tane yakalayan şirketlere sınıf atlatır. İhale kazanmak gibi bu tür bir fırsat yakaladığınızda, bu ihaleyi özkaynaklarınızla tamamlamanız çok çok zor. Bu konuyu komitemizdeki CEO ve CFO’larla da konuşuyoruz ve karşılaştığımız tablo şu: Böyle bir balık yakaladığınız zaman CFO’nuzun size ilk söylediği söz, ‘bir tane daha yakalarsanız, batarız.’ Bunun nedeni, o projeyi özkaynaklarınızla finanse etmek zorunda olmanız” şeklinde konuşuyor. Bağören, balinayı bir an önce bitirip onun motivasyonu, momentumu ve referansıyla ikinci, üçüncü ve dördüncü balinayı yakalamak gerekirken birçok şirket için o ilk balinanın bunlara değil, duraklamaya geçmeye neden olduğunu kaydediyor. Burada finansman gerektiğine işaret eden Bağören, “Bu finansmanının çözmek için Eximbank ve İhracatı Geliştirme A.Ş. (İGE) ile çok yakın çalışıyoruz. İnşallah bu problemleri çözeceğiz. Durumu, bankacılık sistemimizde de önemli değişiklikler gerekiyor diye anlıyorum. Yani fikri mülkiyetin ve alınmış olan bir kontratın kredilendirilebilir olması, çoğu gelişmiş ve yazılım sektörü önce olan ülkelerde kolaylıkla yapılan şeyler. Türkiye’de maalesef bunu yapamıyoruz” diyor.
2- İkinci problem, yazılım sektörünün çok sahipli ve dolayısıyla aynı zamanda sahipsiz olması: Birçok bakanlık ve başkanlık oyunun içinde yer alıyor. Bağören, bu oyuncuları Ticaret Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, BTK, TÜBİTAK diye saymaya başladıktan sonra “Mesela beş sene önce birisi size 1 milyon yazılımcı projesi olacak deseydi, aklınıza gelen ilk 10 kuruluştan bir tanesi herhalde Hazine ve Maliye Bakanlığı olmazdı. Herkes sahipleniyor; dolayısıyla aslında sahibi yok. Sektörü yönlendirecek ve bütün bu güç sahibi kuruluşları bir arada belirli bir stratejiye yönlendirecek yapımız yok. Bu bir başkanlık ya da bir bakanlık veyahut bu kurumların hepsinin birlikte temsil edildiği bir kurulla sağlanabilir. Burada bizi geride tutan iki unsur var. Birincisi bu kuruluşlar, kendi üst stratejilerini aşağıda desteklerle uygulamaya çalışıyorlar. Ama bunlar senkronize değil; birbiriyle beraber çalışmıyor. Ticaret Bakanlığı’nın oluşturduğu bir strateji var; buna uygun destekler var. Sanayi Bakanlığı’nın, Ulaştırma Bakanlığı’nın destekleri var; ama bizim genelde çok gelişmemiş startup’larımızın ve küçük şirketlerimizin bunlardan faydalanması çok zor. Bir yapboz gibi adım adım ilerlenerek büyük resme ulaşmaya uygun değil. Desteklerin bir bütün halinde ve biri diğerini destekleyecek biçimde Ar-Ge, ürünleşme gibi adımların atılmasını sağlaması gerekiyor. Bu yönlendirme yani stratejik bir tek-yönlendiricinin ülkemizin ve yazılımın nereye gideceği ile ilgili de karar vermesi gerekiyor. Bir bir Hindistan mı olacağız, İrlanda mı olacağız, Estonya mı olacağız, Polonya mı olacağız? Bu karar verildikten sonra birçok şey değişebilir ve bu destekler bizi hedefimize götürebilir. Bu karar ve uygulama olmadığı için çoğu şirketimiz şu anda proje şirketi ve proje şirketleri bizim katma değerimizi öldürüyor” diyor ve bunu şöyle açıklıyor: “Her banka ayrı bir ekiple veya dışarıda ayrı bir proje grubuyla iş yapıyor. Devletin teşvikleriyle bankaların ürün şirketlerinden ürün almasını destekleyebiliriz. Projeciliğin yanında ikinci bir olumsuz alternatif de alt-yüklenicilik yani outsourcing. Bizi dış kaynak olarak kullanan ülkelerdeki firmaların Ar-Ge bütçeleri yüzde 10-15; satışının yüzde 10’una size iş yaptırıyor. Bu sadece yazılım sektörü için değil, tekstil sektörü için de böyle. Dört dolara tişört yapıyorsunuz, markalı olarak 40 dolara satılıyor. Asıl işi siz yapıyorsunuz ama katma değeri başkası kazanıyor. Çok büyük nüfusu olduğu için bu işi seve seve yaptığını düşündüğümüz Hindistan bile 100 dolarlık işin 10 dolarına odaklanılan bu işten çıkmaya çalışıyor. Biz de bu tehlikeden uzak durmalı ve aslında çok kolaylıkla yapabileceğimiz inovasyon ve markalaşmayı desteklemeliyiz.”
3- Üçüncü konu, yazılımcıların HİB Genel Sekreterliği’ne bağlı ayrı bir yapısının olması. Bağören, bu konuyu vurgulamasının nedenini “Sekiz sene önce Gönül Hanım [YASAD Başkanı Gönül Kamalı] ile ilk tanıştığımda Ekonomi Bakanlığı’nın desteği fındık ihracatçısına mı yazılım ihracatçısına mı vereceği tartışılıyordu. Herhangi bir ihracatçı birliği başkanının kendi sektöründen başkasına destek verilmesini istemesi mümkün değil. Bu karar demokratik yollardan alınabilecek bir karar değil. Bizim içinde bulunduğumuz HİB, sekiz yılda çok önemli bir mesafe kat etmiş olmakla birlikte, bu yapı içinde bizim sektörümüzle ilgili bir programı başlatmak için sağlık ya da lojistik gibi bizimle ilgisi olmayan sektörlerin temsilcilerini ikna etmemiz gerekiyor. Sorduğunuz zaman her sektör temsilcisi, ‘bilişim niye ayrıcalıklı olsun ki’ diyor ama devlet bu seçimi yapmış. Hizmet ihracatının yüzde 3’ünü yapmamıza karşın Uluslararası Hizmet Ticareti (UHT) Genel Müdürlüğü’nün teşviklerinin yüzde 40’ını biz alıyoruz. Bu, devletin yazılıma verdiği önemi gösteriyor ama HİB genel kuruluna gittiğinizde herkes eşit. Profillerimiz de çok farklı olduğu için orada ‘Üç sene sonra Unicorn olacak şirketin şu anda satışçısı yok’ sorununu anlatamıyorsunuz. Diğer ihracatçı sektör şirketleri çok gelişmiş oldukları için bunu anlamakta zorlanıyor. Biz bunu anlatmak zorunda değiliz; iyi bildiğimiz kendi sektörümüzün kararlarını ve bütçesini verebilmemiz lazım” diye açıklıyor.
Çözüm kapının dışına çıkmakta
Bağören’in çizdiği çerçevenin ve getirdiği önerilerin gereğinin yapılması, Türkiye’nin yazılım sektörünün global arenada daha iyi bir yere gelmesini sağlayacağından kuşku duymuyorum. Bununla birlikte bu tür toplantıların yapıldığı otel ve mekânlarda kapalı kapıların arkasında konuşulanlar kadar o kapıların dışında olanlara da bakmanızda yarar oluyor.
Yıllar önce bir bilişim toplantısı için gittiğim Las Vegas’ta eşyanın interneti (IoT) ve dijital ikiz en sıcak konulardan biriydi. Muazzam hikâyeler dinliyorduk. Gece yatarken odada yanıp sönen kırmızı bir ışık dikkatimi çekti. Bir diğer arkadaşım da bunun ne olduğunu anlamadığı ertesi gün sohbet ederken ortaya çıkınca concierge’e gidip sorduk. Aldığımız yanıt çarpıcıydı: Odalarda hareket sensörü vardı ve checkout saati yarım saat geçtikten sonra odada hareket sürüyorsa, müşteriye bir günlük ücret daha işleniyordu. Bunun da basit bir nedeni vardı: Yanılmıyorsam 6 bin odası olan Venetian/Palazzo kompleksinde odaların boşalıp boşalmadığını insanla kontrol edip temizlik yönlendirmek yapılabilecek bir iş değildi. Ancak İstanbul’da bir toplantı olduğunda şehrin ve insanlarının güzelliği ile konuya giriş yapmayı sağlayan sunum profesyonelliğinin damgasını vurduğu o dönemde kimsenin otelde var olan IoT uygulamasından haberi yoktu.
YASAD zirvesinin yapıldığı Dedeman İstanbul’da benzer bir örnekle karşılaştım. Konuşmalar sürerken kahve almak için dışarı çıkıp barın arkasındaki görevliden kahve istedim. Karton bardağı makineye yerleştirip makineyi çalıştırdı. O sırada sağımdan bir ses duydum: “Misafirlerimize kupa da mı, kağıt bardakta mı istediklerini sorman lazım.” Ben eski alışkanlıkla, problem olmadığını söyledim ama F&B Asistan Banquet Manager Ömer Can Avcı, “Beyefendi sizinle ilgisi yok” deyip çalışana nasıl servis yapması gerektiğini anlatmaya başladı. Daha sonra kendisini yakalayıp makalemde yer vereceğimi söyleyerek bilgilerini istedim ve “peçeteye yazsan da olur” dedim. O gidip EY standından rica edip dizili bloknotlardan birinden bir sayfa kopardı ve bilgilerini yazdı. Ben de Türkçeye çevirmeden unvanını olduğu gibi yazdım çünkü önemli olan yaptığı işti. “Türkiye’yi yapay zekâda iyi bir yere getirmek için, onu eğitmede senin gibi insanların tavırlarını algoritmaya yansıtmamız lazım” dedim. Ona söylediğim gibi de, burada bunu yazıyorum.
Türkiye’deki yazılım şirketlerinin globalleşmesi için, Avcı’nın örneğinde olduğu gibi, insanımızın sorun çözme yeteneğini bilişim ve özellikle yapay zekâ çözümlerine yansıtması gerekiyor. Bunu yaparken de, bir çevirmen gibi sektörel derinlik ve insan kaynağı birikimi ile kod arasında köprü kurulması gerekiyor. Kilit sözcük İngilizce’deki “deliver” yani yerine getirmedir ve örnek almamız gereken Amazon modelidir. Amazon’un kitap dağıtımını konu alan lojistik ve ürünü hedefe ulaştırma modeli, Amazon Web Services’in (AWS) ortaya çıkmasını sağlamıştır. Benim beklentim, Alman gıda şirketi Döhler ile çalışma deneyimini 40 ülkeye açılarak globalleşmeye dönüştürmeye hazırlanan Solvia gibi şirketlerin yeni nesil başarılı Türk bilişim şirketi örneklerini yaratmasıdır. Bir diğer Türk bilişim şirketinin bir lojistik şirketi ile yurtdışına açılma planı da bana umut veren bir gelişme oldu. Bugün TAV’a Fransız şirketi dedirten anlayışsızlığımızdan kurtulup merkezini yurtdışına taşıyan Türk şirketlerini anlamaya çalışırsak çok daha hızlı ilerleyeceğimize inanıyorum. Yoksa hepimiz bu başarı hikayesini, “Uluslararası Ağları Etkinleştirme: Türk Girişimcilik Ekosistemini Güçlendirme Raporu”nu yayınlayan Endeavor ile Akbank’tan takip ederiz.