YÖNETİM - TUNÇ DİPTAŞ
Yüzyıllardır ins anın derinleşmeye başladığı zaman kendine ilk sorduğu sorulardan biridir bu.
Kafası karışmışların, hayatın zorluklarında sıkışmışların, dibe vurmuşların, heyecanını kaybetmişlerin sormaya korktukları ama cesaret edip sorduklarında yeni açılımlara götüren önemli bir sorudur bu.
Bu yüzden olmalı ki kutsal kitaplar, kişisel gelişim seminerleri, filozofl ar, insana bu sorunun cevabını buldurmaya çalışır. Belki de bundan dolayı Sokrates’in derslerini verdiği Delfi tapınağının kapısında “Kendini Tanı” diye yazar.
Kendini bir “hiç” gibi hissetmek
Geçtiğimiz günlerde önemli bir kurumda satış departmanında yöneticilik yapan bir arkadaşımın işten çıkarıldığını öğrendim.
Çok çalışkan birisiydi. Birçok kez bir araya gelmek için sözleşmiş, ancak işlerinin yoğunluğu nedeniyle iptal etmek zorunda kalmıştık. Yıllardır aynı firmada çalışıyordu, başarılıydı ve yöneticileri tarafından takdir görüyordu.
Yönetici danışmanlığı yapan birisi olarak çalışkan ve aynı zamanda çok da başarılı bir yöneticinin işten çıkarılmasına anlam veremedim. Ve kendisine bu noktaya nasıl gelindiğini sordum. O da şunları söyledi:
“10 yıldır aynı şirkette çalışıyorum. Yıllardır gece gündüz çalışarak bana verilen hedefl erden daha fazlasını gerçekleştirdim. Makine gibi çalışarak başarılı olmaya odaklanmıştım. Elde ettiğim statüyle ve kazandığım parayla hep gurur duydum. Başarısız olmaya hiçbir zaman tahammülüm olmadı.
Ancak son altı aydır farklı hissediyordum. Yılların verdiği yorgunluğu tüm vücudumda hissediyordum. Tükenmişlik hissiyle yaptığım işe duyduğum heyecanı kaybettim.
Bana verilen hedefl erin çok uzağında kaldım. Daha çok satış yapmam için müdürlerim tarafından birçok kere uyarıldım. Yöneticiliğini yaptığım çalışanlar benim enerjimin düştüğünü gördükçe motivasyonlarını kaybettiler.
Ve sonunda başarısız oldum, işime son verildi.
Kocaman dünyada yapayalnız kalmış hissediyorum. Huzursuz ve mutsuzum. İçimde büyük bir boşluk var. Ailemin gözünde kendimi bir “hiç” durumuna düşürdüm.
Meğerse işim olmadan ben de yokmuşum.”
En doğru zaman
Bu sözleri duyduğumda arkadaşım için hem üzüldüğümü hem de sevindiğimi hatırlıyorum.
İnsanlar çoğu zaman dibe vurduklarında değişmeye hazır hale gelirler. Sevincimin sebebi ona “Gerçekte sen kimsin?” sorusunu sorabilmem için doğru zamanın gelmesinden kaynaklanıyor.
Aslında emekli olmuş birçok kişiden de bu sözleri duymak mümkün. Yıllarca çalışmış, iş sahibi olmuş insanların emekli olduktan sonra kendilerini kaybettiklerini, yapacak bir şeyler bulamadıklarını, bu yüzden de depresyona girdiklerini biliyoruz.
Bu duygu halinin nedeni insanların kimliklerini yaptıkları işlerle bir tutmaları… Gerçekten kim olduklarını hiç kendilerine sormamaları… Ailenin, toplumun dayattığı kurallara boyun eğip, gerçek “ben”in peşine düşmemeleri… Sorgulanmamış düşünceler üzerine hayat kurmaları…
İşlenmemiş heykeller gibi
İnsan dünyaya ilk geldiğinde sevgi ihtiyacı duyan, işlenmemiş bir heykel gibidir. Etrafında gördüğü her şeyi izler, dinler ve taklit eder. Hayatı kalbiyle yaşar, çok çabuk mutlu olup, coşkuyla, oyunla geçirir zamanını.
Sonra sistemin kurucuları devreye girer. Ebeveynler, öğretmenler, kurumlar, yöneticiler, siyasiler ve din adamları...
Heykeli yavaş yavaş işlemeye başlarlar. Kendi uygun gördükleri kuralları dikte ederler.
Çocukluktan ergenliğe geçiş yapan insan sevgisiz ve yalnız kalma korkusuyla kuralları sorgusuz kabul edip kendinden vazgeçmeye başlar. Kendisine biçilen rolleri uysalca kabul eder. Konfor alanına hapsolur.
Annesinin, babasının, öğretmeninin, sevgilisinin istediği kimliğe bürünür. Toplumun üzerine diktiği elbiseyi giyer. Ve nihayet özgünlüğünü kaybeder.
İşini kaybettiğinde, emekli olduğunda kendini kaybetmiş gibi hissetmesi bundandır. Müdür olamadığında, istediği statükoya erişemediğinde kendini yetersiz görmesinin nedeni de aynıdır.
Daha da kötüsü özgünlüğe erişememenin, başkalarının uygun gördüğü kimliği kabul etmesinin bedelini anlamsız, heyecansız, kaybolmuş bir hayat yaşayarak öder. İçeride hissettiği boşluğu dolduramadan göçüp gider.
Kendi nefsinde aramak
Bu yüzden gerçek kimliğimizi bulmak ve hatta yaratmak zorundayız. Dışarıdan bize söylenenlere, bizden beklenenlere aldırmayıp cesaretle iç yolculuğa çıkmalıyız. Kendimize kaliteli sorular sorarak kaliteli cevapların peşine düşmeliyiz.
Bize uygun görülen davranışlara, biçilen rollere “hayır” deyip, bilinmeyene yelken açıp, kendimizi bulmalıyız. Kalbimizde hissettiğimiz boşluğu doldurmanın başka yolu yoktur.
Mevlâna’nın söylediği gibi:
“Her ne istiyorsan kendinde ara Senin içinde bir can var, o canı ara Eğer yürüyen dervişi arıyorsan Onu senden dışarıda değil Kendi nefsinde ara.”
İçinize yolculuk yapıp yeniden kendinizi keşfedip, özünüze dönmeniz ve “gerçekte sen kimsin?” sorusuna yanıt bulmanız dileğiyle…