Marksist cenahta çabuk gözden çıkarılan, belki Mussolini’nin kendisini ustalarından birisi olarak görmesinin de bunda payı olmuştur, Georges Sorel ile başlamak mümkün olabilir. Sorel (1908) neredeyse baştan aşağı mit kavramıyla doludur. Almanya’da “muhafazakâr devrim” ne kadar Nazizm’i aşan ve kapsayan, zengin ve entelektüel açıdan gelişmiş bir sağcılık türü idiyse, Fransa için de Renan’dan Taine’e, Barrès’ten Drumont, Maurras, Soury ve Bourget’ye, son derece ilginç ve hakkı yenmiş bir düşünür olan Sorel’den geçerek, uzun bir tarih söz konusu. Fransa’da 1930’larda faşizmin iktidara gelememiş, hatta güçlenememiş ve güçlenebildiği, olgunlaşabildiği kadarıyla Halk Cephesi tarafından durdurulmuş olması bu gerçeği ortadan kaldırmaz.
Üçüncü Cumhuriyetin entelektüel tarihi sadece solun tarihi değildir; “devrimci sağın” da Katolik aydınların da 1920’lerde kimsenin yüzüne bakmadığı liberallerin de tarihidir. Tıpkı Aydınlanma ve karşıtlığı gibi, sol da sağ da laikler de Katolikler de “muhafazakâr devrimciler” de liberaller de bu tarihte farklı ve özgün iç dinamikleri olan siyasi ve kültürel akımlar olarak karşı karşıya, bazen de yan yana geldiler. Geldiler çünkü diller de devrimin ve karşı-devrimin çeşitli temsilleri de karşı karşıya gelirler ve iç içe geçebilirler. Mesela Renan hiç de “ilerleme karşıtı” değildir. Modern düşünceyi/aklı mükemmele yani geleceğe giderken ulaşılan zorunlu bir aşama gibi görmek tek yoldur demekte. George Sand ‘umut bu yüzyılın imanıdır’ demişti. Aydınlanmadan ilerleme fikrini alır ve seküler bir teolojinin ister milliyetçi ister sosyalist sürümünde kullanabilirsiniz. Ernst Jünger de Maurras’tan etkilenmemiş miydi? “Muhafazakâr devrim” ile restorasyon ve karşı-devrim arasında geçiş yok muydu? Açıkça görülen büyük farklılıklarına rağmen Avrupa sağı Hitler’i “aristokratik muhafazakârlar”, klasik reaksiyonerler ile aynı safa koymuyor muydu?
Osmanlı’nın son dönemlerinde önem verilen, Ziya Gökalp’in fikirlerinden kısmen etkilendiği –en çok Abdullah Cevdet’in etkilendiği- Gustave Le Bon da Aydınlanma karşıtlığının bir temsilcisidir. Görüşleri tipik biçimde sağcıdır çünkü sağ ve sol önce Aydınlanma üzerinden karşı karşıya gelirler. Aydınlanmaya karşı olan bir sol tarihsel olarak terimde çelişkidir. Le Bon Osmanlı seçkinleri üzerinde muhtemelen en fazla bir elitizm tortusu bırakmıştır. Karşı-Aydınlanma pek çok görüşten beslenir ve tıpkı Aydınlanmanın tek bir blok oluşturmaması gibi tek değildir. Örneğin toplumun bir organizma olarak görülmesiyle “organik açıklama materyalizme karşı” formülü toplumsal tahayyüle yerleştirilmeye çalışılır. Burada “materyalizm” anlam kaymalarına uğratılarak faydacılık, bireycilik, hazcılık, egoizm anlamlarında kullanılmakta ve sosyalist akımların tarihsel anlamı da “pleblerin isyanı”, aşağı tabakanın egoistliğinin kanıtı, hak etmediğini almak istemesi olarak görülmektedir. Fransız Devrimi “son köle isyanıdır”. Le Bon aklı ne kadar aşağılar, hele kitlelerin asla akılla davranmadıklarını ne kadar sık vurgularsa, Nietzsche’de tepe noktasına ulaşan Fransız Kantçılığına ve Rousseau’ya karşıtlık ne kadar belirginleşirse, akıl dışına ve mitlere referanslar da o ölçüde artar. Keza Maurice Barrès de farklı bir tondan konuşmaz. « L'intelligence, quelle très petite chose à la surface de nous-mêmes ! ». Bizi biz yapan tutkuların, duyguların yanında akıl nedir ki! Bu kitap Askere Çağrı adını taşır ama daha önemlisi üst başlığıdır: Milli Enerjinin Romanı. Askere Çağrı, Milli enerjinin Romanının ikinci cildidir ve ilk cildi Kökleri koparılmışlar/Sökülmüşler –Les déracinés- adını taşır. Üçüncü cilt olan Yüzleri ile Barrès ikinci üçlemesini tamamlar ve 1897-1902 arası Fransa’da ilk politik roman yazılmış olur. Aynı sene Gide’in Yeryüzü Nimetleri adlı romanı çıkacaktır. Barrès’in 1888-1891 arası çıkan “egoist” döneminin ürünü “Ben Kültü” üçlemesiyle karşılaştırılarak “genç Barrès’i, Barrès’in geride bıraktığı, aştığı bir dönemini tekrar etmekle suçlanan bu roman-şiir yine de Sökülmüşler ile Fransız gençliğinin gönlünü kazanma yarışına girecektir. “Gençliğin prensi” Barrès’in karşısına ilk rakip olarak Gide çıkmıştır. Diğer eleştirmeni Stéphane Mallarmé’dir.
Mitlerin siyasal kültürdeki işlevleri henüz Schmitt, Kantorowicz, edebiyat eleştirisi ve “yeni tarihselcilik” akımları gündemde olmadıkları için o dönemde el yordamıyla yeni yeni analiz edilmektedir ve burada orijinal düşünür Sorel’dir. Sorel’in takipçilerinden Édouard Berth’in bazı sözleri ilginçtir: J. Darville pseudonyme d’Édouard BERTH, Satellites de la ploutocratie in Cahiers du Cercle Proudhon, volume V-VI, Paris, 1912. Burada dikkat çeken Barrès’in Köksüzler’ine göndermeyle gerçek “köksüzlerin”, zenginler olduğunu, aşağılık sınıf çıkarları ve para için vatanlarını onların sattığını söylemesidir. Marx “işçilerin vatanı yoktur” demişti ama “asıl burjuvaların vatanı yoktur” diyen Berth hem Marx’ın sözlerini tersine çevirir hem de milliyetçiliğin büyük yıldızı Barrès’i karşısına alır. Ancak devamı var ve sonradan faşizme aralanan kapı şu sözlerde belirgin görünüyor: « Il faut que le double mouvement nationaliste et syndicaliste, parallèle et synchronique, aboutisse à l’éviction complète du régime de l’or et au triomphe des valeurs héroïques, sur cet ignoble matérialisme bourgeois où l’Europe actuelle étouffe. Il faut, en d’autres termes, que ce réveil de la Force et du Sang contre l’Or, dont Pareto a signalé les premiers symptômes, et dont Sorel, par ses Réflexions sur la violence, et Maurras par son Si le coup de force est possible, ont donné le signal, s’achève par la déroute définitive de la ploutocratie. »
Burada Barrès’ten etkilenen sonradan Action Française lideri olacak Maurras’a ve “güç” ve “kan” kavramlarına anti-burjuva bağlamda bir gönderme var ki faşizmin İtalya’da, faşizme yaklaşan akımların Fransa’da dayanak buldukları kavramlardır. Ancak kişisel açıdan bakıldığında Berth’in Barbusse ile Clarté dergisinde iş birliği yapan ve 1906’da CGT’nin Fransız devrimci sendikacılığının dönüm noktası olan Charte d’Amiens’i benimsemesine yol açan gelişmelerde yer alan bir sosyalist olduğunu unutmamak gerekir. Keza hayatının sonuna kadar solda kalan ve 1920 sonrası umudunu Leninizm’e bağlamış bir devrimci sendikalist, nedense unutulmuş bir tarihi figür olduğunu hatırlamalıyız. Fransız “devrimci sağına” zaman zaman yaklaşmış olması Berth’in kişisel özelliğinden çok 1914 öncesi son yılların kaynayan bir kazan gibi olmasıyla açıklanabilir. Bu konuda tek ve mükemmel bir eser olan Berth biyografisi için: Alain de Benoist (2013), Édouard Berth ou le socialisme héroïque, Pardès. Alain de Benoist 1960’larda aşırı sağda yer almış –özellikle Europe Action et la Fédération des étudiants nationalistes (FEN)- ve 1970’lerde neo-faşist GRECE (Groupement de recherche et d'études pour la civilisation européenne) içinde Fabrice Laroche takma adıyla yazmış sağcı bir entelektüeldir. Seidel, Benoist’nın daha çok Arthur Moeller van den Bruck’un 1920’lerde meşhur ettiği “muhafazakâr devrim” çizgisinde olduğunu –zorunlu olarak Hitlerci değil- belirtir.
Başka? Kapitalizmin saf, arı kuramda dengede olup olmadığı 1929 etrafındaki SSCB tartışmalarına kadar etki yapan ve sosyalist akımların stratejik siyasi hatlarını belirleyen bir nitelik taşıyor. Özetle, sürdürülemez ve zaten yıkılacak bir kapitalizme baktığını düşünmek başkadır; ancak iradi müdahaleyle yıkılabilecek, kendi haline bırakılırsa dengede seyreden bir dinamiğe baktığını düşünmek başkadır. Örneğin Sorel ve devrimci anarko-sendikalistler kapitalizme bakınca açıkça ikinci tabloyu görüyorlardı. İtalyan faşizminin fütürizme varan iradeciliğinin kökleri arasında bu ayrım da vardır. 1929 depresyonu öncesinde Sovyet ekonomistlerinin çoğu, Hilferding’e dayanarak mali kesimin derinleştiğini ve tekelci kapitalizme dönüşen bir reel kesimle beraber “finans kapitalin” yönettiği yeni bir dünyada yaşandığını düşünüyorlardı. Yani Marx’ın bahsettiği dünyadan, “saf kapitalizmden” (Varga) bahsedilmiyordu. Mussolini 1932’de ideolojik borçlarını anlatırken Sorel’i en başta sayarak saygı göstermemiş miydi?
Ancak asıl önemli tartışma konusu Marksizm’in Batı Avrupa’daki yenilgisidir ve Sorel’i önemli yapan biraz da budur. Yaygın görüşe göre entelektüellerin son umudu olan Marksizm bilim değil diğerleri gibi bir tarih felsefesi, hatta bir seküler teoloji olduğunu göstermiş ve yenilerek tarih sahnesinden çekilmiştir. Bu noktada Bernstein da Sorel de Croce de Gentile de Labriola da nettir. Bernstein’ın başlattığı revizyonizm tartışması aslında noktayı koymuştur. Birinci Dünya Savaşı işçilerin sınıf mücadelesini değil, vatanı ve dini tercih ettiklerini göstermiştir. Pro patria mori bir kez daha iş başındadır ve bunun nedeni işçilerin kandırılmaları değildir; Değerleri ve tercihleridir. 1890 kuşağı zaten bu noktaya gelmişti. Le Bon gibi sağcılar proletaryayı muhafazakâr bir kalabalık, Sorel gibi solcular da mit aracılığıyla harekete geçirilebilecek bir enerji kaynağı olarak görüyorlardı. Ta ki bütün bunlar sağın da solun da ortak paydası olana kadar. Fransa ve İtalya’da II. Enternasyonal’den gauchiste kopuşlar –en başta Sorel- “devrimci sağa” yol açmıştır; yani sağa kadro/ideoloji taşıyarak sağı melez hale getirmiştir. “Devrimci Marksistler” Marksizm’in doktrin olarak bitişini ve örgüt olarak II. Enternasyonal’in sağa kayışını görmüşlerdi. Binlerce “kadro” Marksizm’i bırakmış, devrimciliği bırakmamış ve çok daha devrimci bir “eylem felsefesi” anlatan proto-faşist hareketlere katılmışlardı.
Siyasal teoloji bize siyasal mitolojiyi, Sorel’in altını çizdiği gibi, siyasette mitlerin olmazsa olmaz rolünü teorik bir berraklık olarak miras bırakmıştır. Ragione di stato; raison d’état: Bu kavram corpus mysticum değilse nedir? İmal edilmiş mitler ve sembolik biçimlerin siyasi boyutları siyasal gücün olmazsa olmazları değil midir? Solda da sağda bu böyledir ve böyle olmak zorundadır.