Uluslararası fon akımları ve sıcak para bir ekonomist olarak beni oldukça rahatsız ediyor. Hatta geçen ayki yazılarımdan birinde şöyle bir ifade kullanmıştım: “Şahsen özellikle bizim gibi disiplin zafiyeti olan gelişmekte olan ülkeler için ‘sıcak para’ meselesini büyük bir ‘lanet’ olarak görüyorum. Maalesef görünürde işler iyiyken ülkeye giren sıcak paranın yerel parayı olması gerekenden güçlü tutarak yarattığı ‘afyon’ etkisinin cazibesine kapılan hükümetler bu konuda gerekli tedbirleri ‘zamanında’ almaktan imtina ediyorlar. Sonra defalarca yaşadığımız gibi bir ‘sudden stop’ durumu olduğunda, al başına belayı. Üstelik bu durum çoğu zaman ekonomiyi ne kadar iyi yönettiğinize veya reel faiz oranınızın ne olduğuna da bağlı değil. Bir GOP’ta satış yapamayan bir yabancı piyasaları daha derin, likiditesi daha yüksek başka bir GOP’ta satış yapıyor.”
Daron Acemoğlu da dünkü Project Syndicate yazısında bu konuya başka bir açıdan eğilmiş. Acemoğlu, gelişmekte olan ülkelerin toplam dış borçlarının 7.5 trilyon dolar olduğuna ve bu borçların servis maliyetinin zaten koronavirüs ile cebelleşen bu ülkeler için giderek daha ağır bir yük oluşturduğuna dikkat çekiyor. Borçların yeniden yapılandırılması bu ülke ekonomileri açısından rahatlatıcı olacak. Kreditörlerin ise bu konuya sıcak bakmadığını, çünkü (onların iddiasına göre) bu borçların yeniden yapılandırılması söz konusu ülkelerin ileride uluslararası para piyasalarından fon temin etmesini zorlaştırmakta ve bu ülkelerde yatırım ve büyümenin zayıflamasına yol açmakta. Acemoğlu ise “bu görüşe ilişkin kanıtların oldukça zayıf olduğunu ve uluslararası finansal akımların yatırımları ve büyümeyi artırmadığı gibi, bu piyasalarda oynaklığa katkıda bulunma olasılıklarının daha yüksek olduğunu” ifade ediyor.
Sonrasında, konuyu biraz saptırarak ve de siyasete çekerek, uluslararası yatırımların iddia edildiği gibi rejimleri demokratik açıdan da disipline etmediğini ve çoğu zaman otokratik ve yozlaşmış rejimlere para akıttığını söylüyor. Bunun önüne geçmenin yolunu da uluslararası bankaların adil borç verme kurallarını belirlemek üzere uluslararası, tarafsız bir organ oluşturmak olduğu düşüncesinde. Daron’a göre bu kurum bir ülkenin mevcut borçlarının demokratik hükümetler tarafından sağlanıp sağlanmadığını, kleptokratik amaçlarla ve hileli borçlanma yapılıp yapılmadığını ve bu borçların geri ödenmesinin söz konusu ülke halkına aşırı bir yük getirip getirmediğini belirleyebilir.
Akademisyenlerin naifliklerini anlayabiliyorum. Ama bu gerçekten de olasılığı olmayan bir fikir. Reel yatırımlar için böyle bir yaklaşımın bir mantığı ve uygulaması var. (Çocuk işçiliği, çevre kirliliği kriterleri vs.) Ki, orada bile ciddi kaytarma ve suiistimaller söz konusu. Salt parasal yatırımlarda böyle kriterlerin uluslararası düzeyde uygulanması ise imkansız. (Batı, yapabiliyorsa, önce kendi şirketlerinin ve şahıslarının off-shore hesaplarda ve vergi cennetlerinde tuttukları paraları geri alsın (repatriate) bakalım.) Asıl problem bu kredileri verenlerin dönen işlerden mutlu olması. Yüksek faiz alıyorlar, parayı verdikleri otokratik ve/veya hesapsız rejim değişse bile, borçların ödenmesini sonraki rejimlerin üstüne yıkıyorlar zaten (bkz. Yunanistan). Esas noktaya, sıcak paranın yatırım ve büyümeye pozitif katkısı olmadığı noktasına geri dönersek: Bu konuda Rodrik’in Subramanian ile 11 sene önce yazdığı makale oldukça ışık tutucu. Rodrik özetle, gelişmekte olan ülkelerde sanıldığı gibi tasarruf değil, yatırım kısıtı olduğunu, bunu yaratan önemli sebeplerden birinin de yabancı fon girişleri sayesinde yerel paranın aşırı değerlenmesinin ülke içindeki yatırımların fizibilitesini son derece zayıflatmış olması olduğunu ifade ediyor. Ben bu yatırım kısıtlaması konusuna daha Marksist bir yorum da ekleyeyim: Bu kısıtlama biraz da emperyalist ülkelerin periferidekilere neyi üretip üretmemeleri konusunda verdikleri “izin”ler ile de ilgili. Burada “ürünlerin yüksek teknoloji ve know-how gerektiren kısımlarını biz üretelim, ağır işçilik ve çevre kirliliği yaratan kısımlarını onlar üretsin” mantığı geçerli. ABD-Çin kavgasının ana meselesi de bu. Çin artık yüksek katma değerli üretime geçmek istiyor. (Bu konuda 1978’de Nora Şini’nin yazdığı “Emperyalist Sistemde Kontrol Sanayii ve Ereğli Demir-Çelik” kitabı “erken” ve ilginç bir örnek. Trivia: Söz konusu kitap ile ilgili Vedat Milor’un da 1979’da Birikim Dergisi’ne yazdığı bir makale var.)