İş yaşamında yarım asrı geride bırakan Bülent Eczacıbaşı, ‘Aklımızda Bulunsun’ ile başladığı ‘İş İnsanları İçin Denemeler’ serisine yeni bir eserle devam ediyor: Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan, 40 kısa denemeden oluşan “Biraz Daha Düşününce”… Buradan yola çıkarak “Günün birinde eminim yönetim kurulumuzda sanatçılar da olacak” diyen Eczacıbaşı ile bir araya geldik, yapay zekadan gastronomiye pek çok farklı konuyu konuştuk.
Kitabınızı satırların altını çizerek ve not çıkartarak okudum. Çok akıcı bir dil ve üslup ile yazdınız. En önemlisi bilgilendiriyor okuru. Örneğin sanat koleksiyonu yapan ilk şirketin 1472 yılında Siena’da bir banka olduğunu ilk kez sizden duydum. Kitaptaki bir bölümün (Purpose/Amaç) başlığından esinlenerek şunu sormak istiyorum? Bu son kitabınızın ‘Purpose’u yani amacı nedir?
Teşekkür ederim, kitabımı beğenmenizden çok mutluluk duydum. Kitabın amacı iş yaşamında edindiğim deneyimlerden esinlenen bazı görüşlerimi ve bu yaşamdan anlamlı bulduğum bazı anıları ilgi duyabilecek kişilerle paylaşmak. İlgi duyabilecek olanlar arasında başta iş insanlarının geleceğini düşünüyorum. Öncelikle de genç iş insanlarına ulaşabilmeyi amaçlıyorum.
Eli kalem tutan biri olarak kitabı okurken en çok şunu merak ettim: O kadar anı, anekdot ve filmlerden, kitaplardan alıntıyı nasıl başarıyorsunuz? İster güncel ve ister tarihi olsun, bu anekdotlar, anılar gerçekten aklınızın bir köşesinde duruyor mu yoksa sürekli not mu alıyorsunuz?
Sürekli not alarak çalıştığımı söyleyebilirim. Her toplantıda not almam arkadaşlarım arasında bile şaka konusudur. Rahmetli Vehbi Koç, birlikte katıldığımız toplantıların sonunda “şu yazdığın notların kopyasını bana da gönder” derdi. İş yaşamımın başından beri bir anı defteri tutmamış olmaktan pişmanlık duyarım. Ancak ilgimi çeken olayları, hoşuma giden sözleri, beni güldüren şakaları, öğretici bulduğum anekdotları öğrencilik yıllarımdan beri mutlaka not ederim. Okuduğum kitaplardan da notlar çıkarırım, altını çizdiğim bölümleri bir araya toplarım. Bu şekilde birikmiş olan notlarım kim bilir kaç yüz sayfayı bulur.
Global düzeyde iş insanlarının kitaplarını severek takip ettiğiniz, okuduğunuz, ilham aldığınız anlaşılıyor. Ama öte yandan İngiliz şair ve ressam William Blake’in ‘Masumiyet Kehanetleri’ şiirine de değiniyorsunuz. Sizce iş kitapları mı yoksa edebiyat mı?
Vaktim bol olsaydı kuşkusuz edebiyat derdim. Edebiyat benim ilk gençlik aşkım. Edebiyat genel kültürün belki de en önemli temel taşıdır. Edebiyat, insan deneyimlerini ve duygularını yansıtır. Kendinizi ve başkalarını bu sayede anlarsınız. İnsan doğasındaki çatışmaları ve karmaşıklıkları fark edebilmek için Shakespeare’in eserlerini okumaktan daha güzel ve keyifli bir yol olabilir mi? Toplumların tarihini, kültürünü, dilini, düşünce yapısını ve estetik anlayışını anlamak için de edebiyat en zengin kaynaktır. Orhan Pamuk’un eserlerini okursanız modern Türkiye’nin dönüşümünü daha iyi anlarsınız. Dostoyevski’nin eserleri size 19. yüzyıl Rusya’sının toplumsal sıkıntılarını anlatır. Ancak iş yaşamı bana ilk aşkımı terk ettirdi. Gerçek o ki istediğimiz her şeyi okumaya vakit bulamıyoruz. Sonuçta iş yaşamının getirdiği okuma yükü ağır basıyor.
“Patronun tutkuları CEO’lara zor anlar yaşatır” diyorsunuz. Sizin patron olarak en büyük tutkunuz nedir?
Her patronun bazı özel merakları, aklını taktığı şeyler vardır. Örneğin babam Nejat Eczacıbaşı tasarruf konusunda herkese örnek olmak isterdi; ofislerde boşuna yanan ışıkları söndürür, çay bardağı yanında iki küp şekerle getirilirse geri gönderirdi. Bir keresinde kendisine, “stoklar ve alacaklar şişerken boşuna yanan ışıklar ve çöpe atılan küp şekerlerle uğraşmanın bir takıntı olarak yorumlanabileceğini” uygun bir dille söylemek istemiştim. “Stokların, alacakların hesabı bütçe kontrol düzeninde sorulur.
Küçük gibi görünen israflarla kimse uğraşmaz” demişti. Benim de mutlaka ilk bakışta tuhaf gözüken takıntılarım vardır, hatta belki de bunların bazılarının farkında değilimdir, ama çalışma arkadaşlarım bunları aralarında konuşuyorlardır ve bunların şakasını da yapıyorlardır. Örneğin “Bülent Bey Türkçe konuşulurken araya İngilizce kelimelerin karıştırılmasından hoşlanmaz” söylentisi benim aklımdaki amacı aşarak çok ileriye gitti. Ben Türkçenin korunması, iyi öğretilmesi, özenli kullanılması gerektiğine dikkat çekmek isterken aslında çok küçük bir kitleyi ilgilendiren bir konuyu
Türkçenin en büyük sorunu yapıyormuşum gibi bir izlenim belirdi. Şimdi bakıyorum, ilk defa tanıştığım insanlar sohbet sırasında ağızlarından bir İngilizce kelime kaçırırlarsa benden özür diliyorlar!
Bülent Eczacıbaşı olarak en büyük tutkunuz?
En büyük tutkum ailem; eşim, çocuklarım ve torunlarım. Onu saymazsak, en büyük tutkum işim olduğu için kendimi dünyada az sayıdaki şanslı insanlardan biri olarak görüyorum.
Kitabın bir yerinde iş insanı, sanatsever koleksiyoner olarak anılmaktan ziyade fotoğrafçı, yazar olarak anılmayı arzu ettiğinizi söylüyorsunuz. Neden hepsi birden olmasın?
İyi bir yazar kadar yazı yazabilmeyi, iyi bir fotoğrafçı kadar fotoğraf çekebilmeyi çok isterim. Her şeyden önce iş insanıyım ve iş insanı olarak tanınmayı arzu ederim. Bunun yanında bana yazar, fotoğrafçı denmesi beni rahatsız etmez. Ama koleksiyoner ve filantropist sözcükleri bana bazen farklı anlamlar ifade ettiği için birinci derecede bu şekilde anılmayı pek sevmiyorum.
İş dünyasıyla sanat dünyası Türkiye’de nasıl birbirine yaklaşabilir? Mesela sizin ortaya attığınız “Yönetim Kurullarımızda sanat dünyasından isimler var mı” sorusuna karşılık “Eczacıbaşı Yönetim Kurulu’nda var mı? Ya da olacak mı diye sorsam?
Hayır, yönetim kurulumuzda şu anda bir sanatçı yok. Ben bunu iş dünyasıyla sanat dünyasının nasıl daha fazla yaklaşabileceğinin bir örneği ve bir özeleştiri olarak ifade ettim. Ama yönetim kurulumuzda sanat dünyasına çok yakın, sanatın iş yaşamına neler katabileceğini çok iyi bilen insanlar var. Eminim günün birinde sanatçılar da olacak. Sanat dünyası ile iş dünyası çağımızda giderek birbirine yaklaşıyor. İnsanlar giderek ürün ya da hizmetlerden çok deneyimlere yatırım yapıyor. Sanat, markaların duygusal bir bağ kurmasını sağlayarak bu yaklaşımı destekliyor. Sanatın yaratıcı düşünceyi besleyen bir kaynak olduğu da bir gerçek. Rekabetin yoğun olduğu iş dünyasında, yenilikçilik ve yaratıcılık büyük önem taşıyor. Ayrıca küresel bir izleyici kitlesine hitap eden şirketler, sanatı evrensel bir iletişim aracı olarak kullanıyor.
Instagram’dan tanıdığım şahane güzel kediniz Karamel ile yapay zekâyı karşılaştırdığınız bölümü çok sevdim. Ama sadece bu bölümde değil kitabın başka yerlerinde de sıklıkla gündeme getirdiğiniz yapay zekâ sanki sizi biraz kaygılandırıyor gibi, öyle mi gerçekten?
Evet, yapay zekâ beni kaygılandırıyor. Unutmayalım ki yapay zekâ, onun geliştirilmesinde en kritik rolü oynamış bilim insanlarını da kaygılandırıyor. Bunların içinde yapay zekânın babası olarak bilinen Geoffrey Hinton da var. Stephen Hawking de bu konudaki kaygılarını dile getirmişti. ChatGPT ile eğlenmek için bile olsa biraz tanışıklık kurduysanız kaygılanmamanızın imkânsız olduğunu düşünüyorum.
Dünyayı kadın ve erkek eşit oranda yönetseydi dünya yaşanabilecek daha iyi bir yer olur muydu sizce?
Kadınlara tam anlamıyla fırsat eşitliği sağlanabilseydi kesinlikle dünya daha iyi yaşanabilir bir yer olurdu. Bunu başarabilseydik kadınların ekonomik hayatta tam kapasiteyle yer alması sağlanırdı. Böyle bir ortamda toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçları daha iyi anlaşılır ve karşılanır. Böylece sosyal adalet güçlenir, daha kapsayıcı politikaların geliştirilmesine yol açılır. Karar süreçleri de daha sağlıklı biçimde işler. Kadınlar ve erkekler genelde farklı bakış açılarına sahiptir. Bu çeşitlilik, sorunlara daha yaratıcı ve kapsayıcı çözümler getirir. Kadınların üstün empati yetenekleri daha dengeli kararlara olanak sağlar.
Sizin de değindiğiniz gelir uçurumu dünyada ve Türkiye’de kapanacağı yerde sürekli açılıyor. Sizce neden?
Dünyada büyük teknoloji şirketlerinin muazzam servetler yarattığını görüyoruz. Teknolojik altyapıyı kontrol eden Amazon ve Google gibi büyük şirketler, gelirlerini hızla artırıyor, ancak bu servet toplumun geneline yayılmıyor. Ama bence asıl neden serbest piyasa ekonomisinde sermaye sahipleri gelirlerini daha hızlı artırabilirken, düşük gelirli kesimlerin kazançlarının aynı hızda artmaması ve böylece varlıkların yoğunlaşması. Siyasetin işleyişi de yüksek gelirli kesimleri sosyal ve ekonomik karar alma mekanizmalarında daha fazla söz sahibi hale getiriyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ise yüksek enflasyon, gelir dağılımını çok kötü etkiliyor. Zenginler varlıklarını koruyabilirken, sabit gelirli bireyler daha çok zarar görüyor. Cinsiyet eşitsizliğinin de gelir uçurumunun oluşmasında etkisi var. Kadınların iş gücüne katılım oranının düşük olması, genel gelir düzeyini olumsuz etkiliyor.
Kitabınızdan her alana ilgi duyduğunuz belli. Ekonomi, teknoloji, sanat, felsefe... Peki ya gastronomi? İyi yemek sever misiniz? Hobi olarak hiç mutfağa girdiniz mi?
Yemek yapmaya yurtdışında öğrenciliğim sırasında merak sarar gibi oldum. Malzemelerle uğraşmanın, mutfakta yemek hazırlamanın stres azaltıcı ve rahatlatıcı yönünü, verilen emeğin sonucunda ortaya çıkan ürünlerin de keyifli bir sofrada dostlarla paylaşılmasının zevkini keşfettim. Ancak daha sonra yemek yapmanın yerini başka hobiler aldı. Hobileri de sınırlamak gerekiyor ne de olsa. Şimdi gastronomi ile sadece tüketici olarak ilgileniyorum. İyi yemek seviyorum ama bir uzman olduğumu ileri süremiyorum ne yazık ki. Gastronomi meraklılarına gıpta ediyorum. Farklı kültürleri keşfedebiliyorlar, yeni tatlar deneyerek dünyayı tabaklarında geziyorlar. Yemek yapmak ise sanatsal bir süreç... Tarifleri kişiselleştirerek, yeni kombinasyonlar deneyerek, estetik sunumlar hazırlayarak yaratıcılığınızı geliştirebiliyorsunuz.