Geçim derdi ve işsizlik her dönemde seçimleri etkiledi

Ekonominin gidişi her dönemde her ülkede genel ve yerel seçim sonuçlarını etkiler. Ekonominin büyümesi, iktidardaki partinin oy oranını artırır. Durgunluk veya kriz ise muhalefetin oy oranını yükseltir, iktidardaki partinin oy oranı geriler. Ekonomik durum ile seçim sonuçları arasındaki sebep-sonuç ilişkisi yalnız savaş ve iç savaş yıllarında geçerliliğini kaybeder.               

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 'Politikada 45 Yıl' kitabında anlattığına göre, 14 Mayıs 1950 Genel Seçimi öncesinde iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetimi, muhalefetteki Demokrat Parti’nin kazansa kazansa 100-150 milletvekilliği kazanabileceğini düşünüyordu. 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimde ise Demokrat Parti (DP) oyların yüzde 55.2’sini kazanarak 416 milletvekili çıkarmıştı. 1949 yılında şiddetli bir kuraklık sonucunda ekonominin yüzde -3.4 oranında daralması, 1939-1945 dönemindeki yedi savaş yılında toplam olarak yüzde 244.5’e ulaşan enflasyon ve 1946 Devalüasyonu’nun sonrasındaki fiyat artışları ve hayat pahalılığı CHP’nin oy oranını düşürmüştü.               

1950-1953 dönemindeki dört yılda ekonominin toplam olarak yüzde 53.4 büyümesi sayesinde iktidardaki DP, 2 Mayıs 1954 Genel Seçimi’nde oy oranını yüzde 57’ye çıkarmıştı. Ancak 1954- 1958 Ekonomik Krizi’nin sonuna doğru yapılan 27 Ekim 1957 Erken Genel Seçimi’nde iktidardaki DP’nin oy oranı 4 puan azalarak yüzde 53’e düşmüştü. Resmi kurda 2 lira 80 kuruş olan dolar kurunun karaborsada 20 liraya kadar tırmanması, enflasyonun yükselmesi ve krizin yaygınlaştırdığı işsizlik oy oranındaki düşüşün nedenleri arasındaydı.

BÜYÜME DÖNEMLERİ, DARBELER VE KRİZLER

27 Mayıs 1960’da yapılan askeri darbe sonrasındaki 1965 Genel Seçimi’nde DP’nin devamı olarak görülen Adalet Partisi’nin (AP) aldığı oy yüzde 42 oranını bulmuştu. 1966-1969 döneminde ekonominin toplam olarak yüzde 39 oranında büyümesi 12 Ekim 1969 Genel Seçimi’nde AP’nin oy oranı yüzde 46’ya yükseltmişti. 10 Ağustos 1970 Devalüasyonu, ordudaki kuvvet komutanlarının 12 Mart 1971 tarihindeki verdikleri muhtıra ve AP’den bir grup milletvekilinin ayrılarak Demokratik Parti’yi kurması TBMM’deki siyasi tabloyu değiştirmişti. 14 Ekim 1973’deki Genel Seçim’de AP’nin oyları yüzde 39’a gerilemiş ve CHP yüzde 41’lik oyla birinci parti olmuştu. Pozitif bir siyaset stratejisi uygulayarak kitlelere umut aşılaması sayesinde 5 Haziran 1977’de CHP yine birinci parti olmuş ama TBMM’de salt çoğunluğu sağlayamamıştı.               

1977-1980 Ekonomik Krizine karşı Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki Milliyetçi Cephe hükümeti, 1977 Eylül ayında uyguladığı istikrar paketinden bir sonuç alamamıştı. Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan CHP hükümetinin 1978 ve 1979’da uygulamaya soktuğu istikrar paketleri ise IMF’nin engellemelerin nedeniyle başarısız olmuştu.1979 sonbaharında yapılan ara seçimde AP beş milletvekilliğinin tümünü kazanmıştı.                 

80’Lİ VE 90’LI YILLAR

12 Eylül 1980 ‘deki askeri darbe sonrasında Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi (ANAP, 6 Kasım 1983 Genel Seçimi’nde oyların yüzde 35’ini almayı başarmıştı. 1983-1987 döneminde ekonominin toplam yüzde 36 oranında büyümesi ANAP’ın oylarını 29 Kasım 1987 Genel Seçimi’nde yüzde 37’ye yükseltmişti. Ancak Özal’ın ikinci başbakanlık döneminde enflasyonun tekrar yükselişe geçmesi ve ekonominin 1988 ile 1989’da uzatmalı bir resesyon yaşaması, 1989 yerel seçimleri il genel meclisi oylamasında ANAP’ın oy oranının yüzde 21.75’e kadar düşmesine yol açmıştı. 20 Ekim 1991 Genel Seçimi’nde ANAP ancak üçüncü parti olabilmişti. Bu seçimde Süleyman Demirel’in kurduğu Doğru Yol Partisi’nin (DYP)oy oranı yüzde 26.2’yi bulmuş ancak Demirel’in son başbakanlık döneminde temel ekonomik sorunlar çözümsüz kalmıştı. Tansu Çiller’in 1993’te başbakan olmasından sonra faizleri düşürme takıntısı nedeniyle 1994 yılında ekonomik kriz yaşanmış, 24 Aralık 1995 Genel Seçimi’nde Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi yüzde 29 oy oranıyla birinci parti konumunu kazanmıştı. Ne var ki kurulan RP-DYP koalisyonu da biriken ekonomik sorunları çözememişti.             

18 Nisan 1999’te yapılan Erken Genel Seçim sonrasında Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan DSP-ANAP-MHP koalisyonu 2001 Ekonomik Krizi’nin yarattığı sarsıntıya dayanamamıştı. 3 Kasım 2002 Genel Seçimi’nde Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yüzde 35 oranı ile birinci parti olmuş, koalisyon partileri barajı aşamamıştı.            

Son 19 yıllık dönemde AKP’nin oy oranı ekonomin büyüdüğü dönemlerde yükselmiş, durgunluk ve kriz yılları ile enflasyonun yükseldiği yıllarda gerilemişti.               

SAVAŞTA ZAFER, SEÇİMDE YENİLGİ

Seçmenlerin ekonomik durum hakkındaki düşüncelerinin ve beklentilerinin seçim sandığına yansıması konusundaki dramatik bir örnek 1945 yılında İngiltere’de yaşanmıştı. 1945 Mayıs ayı başında Hitler Almanyası’nı yenilgiye uğratan ülkelerden biri olan İngiltere’de 17 Temmuz günü yapılacak genel seçim öncesinde anketler, zaferde önemli bir payı olan Başbakan Winston Churchill’in Muhafazakâr Parti’sinin seçimi kazanacağı izlenimini veriyordu. Ancak seçmenlerin Muhafazakâr Parti’nin 30’lu yıllarda işsizliği artıran politikalarını dikkate alması nedeniyle genel seçimi İşçi Partisi oy oranları arasındaki büyük bir farkla İşçi Partisi kazanmıştı. Bu sonuç, Churchill’in hayatındaki ikinci büyük yenilgi olmuştu. Churchill, Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılında , 1915’te, Batı Avrupa’da Almanlarla yürütülen savaştaki büyük kayıplar nedeniyle başarıya kolayca ulaşılacağını düşündüğü Çanakkale Savaşı’nın başlatılmasın önermişti. Bu savaşın İngiltere ve müttefiklerinin yenilgisiyle sonuçlanmasının başlıca sorumlusu olarak Churchill gösterilmişti.             

BOŞ TENCERENİN İNGİLİZCESİ

Türkiye’de halkın çoğunluğu genel seçimdeki oyunu ekonomik gidişin, işine ve geçimine yaptığı etkiye bakarak kullanır. Ne var ki basının, aydınların ve profesyonel politikacıların önemli bir bölümü, siyaseti ve siyasetteki kayıkçı kavgalarını, “laf oturtma” ve “sert çıkma” yarışlarını ön plana çıkarır. Bu çekişmelerde ekonomiye “figüran rolü verilmek istenir. Ekonomiyi geri plana itme çabaları, sorunların çözümünü zorlaştırır. Örneğin Gümrük Birliği Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinden bu yana yenilenmemesi Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybına yol açmıştır ama bu sorunun çözümü ihmal edilmiştir. Bunun yerine günlük politikada “dedim-dedi” türü rutin demeçler tartışılır: Şamar oğlanı durumuna getirilmiş ekonomiye gelen vurur, giden vurur. Ekonomi, siyaset deneyimi olmayan ekonomistler ile ekonomi bilgisi olmayan veya ekonomiyi bildiğini zanneden siyasetçiler tarafından bir deneme tahtası olarak kullanılır. Oysa seçmenler, 1950’den bu yana çoğunlukla ekonomik durumu dikkate alarak tercihini yapmış ve böylece politikacılardan daha gerçekçi olduğunu göstermiştir.              

Politikacılar ne düşünürse düşünsün genel seçimlerde son sözü ekonomi söyler. ABD’de Bill Clinton, 1992 başkanlık seçimini rakibi olan ve bir dönem CIA Başkanlığı yapan George Herbert Bush’a “Önemli olan ekonomidir, aptal!” (It’s the economy, stupid!) sloganını yönelterek kazanmış, başarısını 1996’da da tekrarlamıştı.           

Politikada ekonominin önemi deneyimli politikacılar tarafından çok iyi bilinir. İktisatçı Güven Sak bir iletisinde, Clinton’un kullandığı seçim sloganının, uzun süre başbakanlık ve bir dönem cumhurbaşkanlığı yapmış Süleyman Demirel’in “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” sözüyle aynı anlamı içerdiğini vurgulamıştı.

Erdoğan’ın 2006'da önerdiği mal-para hesabı nasıl yapılır?

■ Satın alma gücü ile ilgili açıklamayı Recep Tayyip Erdoğan ilk başbakanlık döneminde 28 Eylül 2006 Perşembe günü yapmış, açıklama ile ilgili haber Hürriyet gazetesinin Ekonomi sayfasında yer almıştı.                   

Erdoğan bir toplantıda seçmenlere “Mal-para üzerinden bir değerlendirme yapın. Eğer paranız eksiliyorsa sakın partime oy vermeyin” diye seslenmişti. Erdoğan’ın bu özgüveni 2003-2006 döneminde yıllık ortalama büyüme oranının yüzde 7.5 gibi yüksek bir düzeyde gerçekleşmesinden kaynaklanıyordu. Bu dört yıldaki enflasyon oranlarının aritmetik ortalaması da düşüktü ve yüzde 8.4 oranını aşmamıştı. Erdoğan o yıllarda “Tek engelimiz cari açık” diyordu.                

Erdoğan’ın önerdiği mal-para üzerinden hesap, gelir artışı ile enflasyon karşılaştırılarak yapılır. Eğer belirli bir yılda yıllık enflasyon oranı, yıllık gelir artışından yüksekse satın alma gücü ve gerçek ücret düşer. Bu iki oran eşit olduğunda gerçek ücret önceki dönem ile aynı düzeyde kalır. Gelir artış oranı, enflasyon oranını aştığında ise gerçek ücret ve satın alma gücü ile birlikte refah düzeyi de yükselir.

14 yıldır düzeltilemeyen adaletsizlik

■ IMF ile yapılan son anlaşma yürürlükteyken 2006’da çıkarılan ’5510 sayılı yasanın 55. maddesini 17 Nisan 2008’de değiştiren 5754 sayılı yasanın 35. maddesi emekli aylıklarının enflasyon nedeniyle erimemesi için şu hükmü getirmişti: “Bu Kanuna göre bağlanan gelir ve aylıklar, her yılın Ocak ve Temmuz ödeme tarihlerinden geçerli olmak üzere, bir önceki altı aylık döneme göre Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan en son temel yıllı tüketici fiyatları genel endeksindeki değişim oranı kadar artırılarak belirlenir.”             

55. madde hükmü emekli maaşlarını enflasyona endeksleyerek zaman içinde satın alma gücünün azalmasını engelliyordu.

EMEKLİ BÜYÜMEDEN YARARLANAMIYOR

■ Maddede önemli bir eksiklik vardı: Ekonominin zaman içinde büyümesi aylık artışlarının belirlenmesinde dikkate alınmıyordu. 2007 yılında emekli aylığının bir günlüğü örneğin 600 gram etin fiyatına eşitse yasadaki endeksleme nedeniyle bu miktar yıllar boyunca hep aynı kalıyordu. Yasanın getirdiği endeksleme emeklinin geçimini ve emekli politikacıların ifadesiyle “Enflasyona ezdirilmiyor ama büyümeden pay alamıyordu." 55. madde satın alma gücünün artırılması yolunu tıkamış emekliyi sabit bir satın alma gücüne mahkûm etmişti.

DÜŞÜK GELİRLİLERİN BÜYÜMEYİ HİSSETMESİ İÇİN NE YAPILMALI?

■ 2007 sonrasındaki yıllarda büyümenin nimetlerinden nüfusun bir bölümü fazlasıyla yararlandı ama emekliler 55. madde nedeniyle yıllar öncesinin geçim düzeyini bir türlü yükseltemedi. 2018’de getirilen bayram ödeneği ise endeksleme maddesinin yol açtığı refah kaybının ancak küçük bir bölümünü telafi edebildi. Toplu sözleşmelerden yararlanan sendikalı işçiler, enflasyon oranı ile birlikte büyüme oranına denk gelen ve adına “refah payı” da denen bir tutarı mücadele ettiklerinde alabiliyordu ama emekliler için böyle bir imkân bulunmuyordu.               

Bu adaletsizliğin sonucu olarak emeklililer ve diğer sabit gelirliler ekonominin büyümesinden yararlanamadıkları için, politikacıların övündüğü büyümeyi de hissedemiyorlardı. Bu adaletsizliğin ortadan kaldırılması için SGK yasasının 55. maddesine aylıkların artırılmasında enflasyon oranı ile birlikte büyüme oranının da hesaba katılmasını öngören bir fıkra eklenmesi gerekiyor. Halen büyüme oranının bir bölümü, emekliye ilk aylığı bağlanırken hesaba katılıyor ama her nedense büyüme aylık artışlarında dikkate alınmıyor.

YOKSULUN ENFLASYONU DAHA YÜKSEK

■ Mal-para hesabında ikinci sorun nüfusun düşük ve orta gelirli bölümünün katlanmak zorunda kaldığı enflasyon oranının varlıklı kesimlerin enflasyonundan daha yüksek olmasıydı. Tek bir enflasyon oranı açıklanınca düşük gelirlilerin ve bu arada işçi, memur ve emeklilerin alacağı aylık zammı olması gerekenden düşük kalıyordu.              

Oysa ABD’de bile işçi ve memurlar için ayrı bir enflasyon oranı (CPI-W) hesaplanıyor ve sabit gelirlilerin zarar görmesi önleniyordu. ABD’de örneğin Ağustos ayı sonu itibariyle kentli nüfusun 12 aylık enflasyonu yüzde 8’de kalırken, ücretlilerin maruz kaldığı enflasyon yüzde 9.3’ü bulmuştu. TÜİK’in düşük ve sabit gelirlilerin tüketim kalıplarını dikkate alarak ayrı bir tüketici fiyatları endeksi hesaplaması, emekli aylıkları ve asgari ücret artış oranı tespitinde bu endeksin esas alınması bu konudaki adaletsizliği ortadan kaldırabilir.        

ENDEKS HESAPLARINDA ŞEFFAFLIK ŞART    

■ Ekonomi konusunda bazı rakam ve oranların makyajla olduğundan daha olumlu gösterilmesinin ve fiyatlarla ilgili rakamların, bunlara işkence edercesine eğilip bükülmesinin sorumluluğu çok ağırdır. Çünkü enflasyonun gerçekte olduğundan daha düşük düzeylerde açıklanmasının sonucu milyonlarca kişinin her yıl biraz daha yoksullaşmasıdır. Son yıllarda TÜİK başkanlarının sık sık değiştirilmesi ve hesaplamalar konusunda eleştiriler yapılması güvenilirliği zedeledi. Kamuoyunda yaygınlaşan güvensizliğin giderilmesi, ancak hesaplama yöntemlerinin ve verilerin şeffaflık ilkesine uygun olarak kamuoyuna açıklanması ile mümkün olabilir.

Emekli maaşları nasıl eriyor?

■ Emekli maaşlarındaki erimeyi somut bir örnekle açıklamak için hazırlanan çizelgede hesap kolaylığı açısından beş yıllık bir süre içinde enflasyonun her yıl yüzde 30, büyüme oranı yüzde 5 olduğu varsayılmıştır. İkinci sütundaki tutarlar örnek olarak alınan 6 bin lira net emekli aylığının 12 aylık toplam değerine 2 bin 200 lira bayram ödeneği eklenerek bulunmuştur. 

              

Cari fiyatlarla kişi başına milli gelirin hesabında hem enflasyon (daha doğrusu milli gelir deflatörü), hem de büyüme oranı dikkate alınır Üçüncü sütunda örnek olarak alınan 100 bin liralık kişi başına milli gelirin (1+0.30) x (1+0.05) = 1.365 ile çarpıldıktan sonraki yıllık değerleri vardır. Dördüncü sütunda emeklinin yıllık geliri, kişi başına milli gelire bölümü ile ortaya çıkan oranlar bulunmaktadır. Esasında bu oranın sabit kalması gerekir. Ancak büyüme oranının kişi başına milli gelir hesabında dikkate alınırken, emekli aylığında hesaba katılmaması nedeniyle söz konusu oran her yıl biraz daha düşük oluyor ve bu nedenle emekli maaşlarının satın alma gücü eriyor. Son sütunda büyümenin de hesaplamaya katılması durumunda örnek aldığımız emeklinin yıllık gelirinin ne kadar olacağı gösteriliyor. Çizelge incelendiğinde ödenen ve ödenmesi gereken aylıklar arasındaki farkın her geçen yıl biraz daha büyüdüğü görülüyor.

Tüm yazılarını göster