Fransa'da Arap kökenli bir gencin polis tarafından öldürülmesiyle tetiklenen sokak olayları, sadece Fransızların değil, Türkiye dahil, göç alan tüm ülkelerin üzerinde ciddi ciddi düşünmesini gerektirecek önemde.
Öncelikle şunu söylemek gerek; Fransa'nın Nanterre kentinde öldürülen genç, Nael M., bir göçmen değil, Fransız vatandaşı. Ailesi Fransa'nın sömürgecilik geçmişinde yer alan Cezayir'den göç etmiş. Nael, Fransa'da doğmuş ve büyümüş. Kendisini öldüren Fransız polisi ile -kağıt üzerinde- aynı haklara sahip bir vatandaş.
Ancak buna rağmen, Fransa'da Nael'in öldürülmesinin ardından ortaya çıkan olaylar, ülkedeki göçmen ailelerin ikinci/üçüncü çocuklarının hala ebeveynlerinin yaşadığı ayrımcılığa maruz kaldıklarını ortaya koydu. Özellikle Fransa'da büyük kentlerin banliyölerinde, deyim yerindeyse gettolar halinde yaşamaya zorlanan bu insanların "gerçek eşitlik" beklentisini gösterdi.
AŞIRI SAĞA KARŞI MERKEZ SAĞ
İşin diğer tarafında ise, göç olgusuyla birlikte özellikle Batı toplumlarında ortaya çıkan aşırı milliyetçilik dalgası yer alıyor; Nael M.'nin öldürülmesinin ardından, ona kurşun sıkan polisin ailesi için başlatılan yardım kampanyası, bu kampanyada toplanan paranın bir milyon Euro'ya ulaşmış olması, Fransız toplumunun ne kadar bölündüğünü açıkça ortaya çıkardı.
Fransa'ya göç devam eder, iki kuşak önce göç etmiş ve artık resmen Fransız vatandaşı olmuş ailelerin topluma hem sosyal, hem de ekonomik olarak uyum zorluğu sürerken, aşırı sağ partilerin güçlenmesi pek de şaşırtıcı değil açıkçası.
Üstelik artık Avrupa'da seçimlerde "aşırı sağın yükselişine" karşı "popülist merkez sağ partilere" yönlenen bir seçmenden bahsetmek de gerek;
* Fransa'da aşırı sağcı LePen'e karşı sağcı Macron'a destek çıkan sosyalistler ya da sosyal demokratlar,
* Yunanistan'da aşırı sağcılara alternatif görünen merkez sağcı Miçotakis'in seçim zaferi,
* İtalya'da içinde aşırı sağcıların da bulunduğu sağ koalisyon,
* Macaristan'da popülist sağcı Başbakan Orban'ın üst üste aldığı seçim zaferleri,
* İsrail'de Filistinliler'in kabusu haline gelen sağcı Netenyahu'nun Başbakanlığındaki aşırı sağ koalisyon ilk akla gelen örnekler.
Bunlara, son seçimlerde hem TBMM'de çoğunluğu, hem de Cumhurbaşkanlığı'nı milliyeti ve dini öne çıkaran söylemlere ağırlık vererek kazanan AK Parti'nin öncülüğündeki sağ partiler ittifakını da eklemek gerek elbette.
SİYASETTE İDEOLOJİNİN YERİNİ ETNİK/DİNİ KİMLİK ALIYOR
Tüm bu örnekler, siyasette ideolojinin yerini artık etnik ve dini kimliklerin aldığını gösteriyor. Özellikle Batı demokrasilerinde toplumlar "bizden" ya da "bizden olmayan" şeklinde giderek bölünüyor. Toplumun "bizden olmayan" olarak gördüklerinin, -Fransa'da olduğu gibi- resmen o ülkenin vatandaşı olsa bile, yaşadığı ekonomik ve sosyal eşitsizlikler tepkiyi içten içe büyütüyor. Tek bir olay da, büyüyen o tepki için "kıvılcım" vazifesi görüp, sokakları yangın yerine çeviriyor.
Etnik ya da dini kimliklerin, cinsiyetin belirleyici olduğu, üstelik bunların "siyasi propaganda" için kullanıldığı sistemlerde, toplumsal bölünme daha hızlı, daha tepkisel, daha yakıcı hale geliyor.
Fransa'da yaşananlardan, Suriye'deki iç savaş sonrasında büyük bir göç problemiyle boğuşur hale gelen Türkiye'nin de çıkaracağı dersler var.
İktidarın kimlik siyasetini önce çıkaran söylemlerinin yanı sıra Türkiye, şimdilerde bir de derin bir ekonomik krizle boğuşuyor.
TL'nin döviz karşısında hemen her gün değer kaybetmesi, tüm toplumu fakirleştirip, tepkiyi arttırmakla kalmıyor;
Bazılarını "daha fakir", daha umutsuz, hatta artık kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan bireyler haline getiriyor.
Toplumsal barış için çok tehlikeli bir birleşim bu...