Fikriyat çarşısından hakikat mi seçelim?

Ahmet Kasım HAN KAVANOZUN DİBİ

Orta Doğu’da kopmakta olan fırtına sürüyor. Bu karanlık havanın ortasında İsrail halen Gazze’de kara harekâtına başlamadı. Bu durum, dünyanın bu bahtsız bölgesinde, daha büyük bir kan banyosunu yaşamamak yönündeki umutlarımızı canlı tutuyor. Öte yandan, durumun aslında pamuk ipliğine bağlı olduğunu elbette hatırımızda tutmak lazım.                

İsrail kara harekatının ertelenmesinin sebeplerinin çeşitli olduğu anlaşılıyor. Kahire’de 21 Ekim’de toplanan Barış Zirvesinin; Katar’ın arabuluculuk rolünün; Mısır’ın Refah kapısından Gazze’ye, kısıtlı da olsa, insani yardımın başlamasını da sağlayan açık, kapalı kapılar temasların, bu gecikmede etkisi olduğu görülüyor. İbrahim Anlaşmalarından bu yana Körfez ile yumuşayan ilişkileri ve Suudi Arabistan ile, şu anda buzlukta dahi olsa canlılığını koruyan, yakınlaşma fırsatı da İsrail üzerinde ek bir baskı yaratıyor. Ancak, askeri harekatın gecikmesinin en önemli nedeninin, büyük ölçüde haklı sebeplerle, çok eleştirilen ABD Başkanı Biden’ın izlediği dış politika olduğunu söylemek mümkün. Amerikalılar bir yandan ikinci uçak gemisi görev gücünün konumlanmasını arzu ediyorlar. Bu elbette daha ziyade meselenin askeri/ operasyonel boyutuyla ilgili. Öte yandan Biden’ın İsrail Başbakanı Netanyahu ile kucaklaşarak verdiği samimi görüntülere, hatta “Ben bir Siyonist’im.” ifadesini kullanarak ekstra mesafeyi de kat etmiş olmasına, rağmen İsrail tarafının harekata ilişkin kısıtlılık çerçevesini de çizdiği, ABD yardım ve desteğini sessiz koşulara bağlı olarak sunduğu anlaşılıyor. İsrail’in Gazze’ye müdahale etmek bakımından meşruiyet ve fırsat çerçevesi büyük değil. Bu sebeple ABD desteğinin çerçevesi, İsrail’in nasıl bir harekât yapabileceği üzerinde de belirleyici. Bu konuda İsrail kabinesinde birbirinden farklı görüşlerin bulunduğu da söylenilebilir. Peki bu durum İsrail’in kara harekâtını yapmayacağı anlamına mı geliyor? Bence hayır.   

Hamas’ın 7 Ekim’de yaptığı saldırı, öyle görünüyor ki, örgütün umduğunun üzerinde bir sonuç yarattı. Zira, bu saldırıyı, meşrebinizin dayattığı önyargılarla veya erişiminiz olan bilgilere bağlı olarak nereye koyuyorsanız koyun, bir gerçek tüm çıplaklığıyla önümüzde duruyor. Bu şekil ve ölçekte bir saldırıya uğrayan hiçbir ülkede ne karar alıcılar ne de toplum buna yok muamelesi yapamaz. Dahası vatandaşlar da devletlerinden bu karşılığı beklerler. Aksi yönde davranan bir bürokrasiyi, politikayı aff etmezler. Hele İsrail gibi kuruluşu travmalarla belirlenmiş bir siyasal ontolojiye sahip bir ülke için bu durum kolay yönetilebilir bir durum değil. Bu da korkarım şiddet sarmalını kaçınılmaz kılıyor. Ancak, bugün İsrail askeri planlamasının çok şiddetli, ağır ve kısa bir harekattansa uzun ve daha nokta hedefli bir operasyona evrilmesi ihtimal dahilinde. ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin İsrail’e telkinlerinin de bu yönde olduğu anlaşılıyor.              

Açıkça ifade edeyim: Yukarıda yazdıklarım İsrail’in vereceği tepkiyi haklı veya meşru kabul etmekle, etmemekle ilişkili değil. Sadece durumun tespiti. Ve evet tarafsız! Akademik olsun diye değil, aklın gereği bu olduğu için. Zira tek bir tarafımız olabilir o da Türkiye’nin âlî menfaatleri. Bu da bu tür konularda tarafsız olmayı gerektiriyor. Zira ancak böylelikle ne olup bittiğini anlamak mümkün olur. Çünkü ne olduğunu anlamazsanız, öngörüde bulunamazsınız. Öngörüde bulunamadığınız bir konuyu da yönetemezsiniz. Bunun da kimseye faydası yok. Doğrusu, yer (konumlama) seçiminizi keyfinize göre yapmakta bir sakınca yoktur. Yeter ki seçtiğiniz yerde oturup (durup) istediğiniz menzile ulaşabilin. Ancak ulaşamıyorsanız da ulaşsanız da kimsenin sizin hülyalarınızın peşinden gelmesini beklemeye hakkınız yok. Çoğunlukla keyfinize göre seçtiğiniz hakikatlerle pek bir menzile de gidemezsiniz. O da başka…                

Bizde bu anlama çabasına pek kimsenin hevesi yok. Slogan atmakla daha fazla ilgileniliyor. Hele bu sloganlar iç siyasette mevcut mücadelelerde bir karşılık sahibiyse, durma gitsin. Özellikle de siyasetimiz artık neredeyse tamamen kimlik siyaseti olduğundan, her dış politika meselesi, özellikle de İsrail – Filistin meselesi, bir ideolojik/ kimliksel savaş alanı. Halk, millet, ulus kavramları tanım gereği çoğulluk ihsas eder. Kimin “gerçek” halkı temsil ettiği sorusunu sorup, cevabın peşine düştüğünüzde o çoğuldan bir tekil icat etmeye çalışıyorsunuzdur. Bu elbette demokratik meşruiyete sahip bir tutum değil. Demokrasinin toplum modeli çoğulcudur, çoğunlukçu değil. Çoğunlukçuluk seçim kazanmakla ve yukarıda bahsini geçirdiğim kimlik konusunu kendi lehine sonuca bağlamakla ilgilenir. Çoğulculuk ise farklılıkları birlikte yaşatmakla. Orta Doğu’da olup bitenler ne yaparsan yap bu anlayışların ilkiyle bir yere varamayacağını açık şekilde gösteriyor. İsrail Yahudi toplumu için çoğulcu bir ülke olmak hayaliyle kurulmuş bir devlet. Öte yandan coğrafyasında diğerlerinin varlığını reddeden, kimin “gerçek halk” olduğunu tekil bir kimliğe indirgemek suretiyle var olmayı zorlayan çoğunlukçu bir ülke. Bu anlayışla güvenlik sahibi olabileceğini sandı. Üstelik, meseleyi Yahudi kimliği üzerinden okuduğunuzda, bu tekilliği tek din, tek bayrak, tek etnik kimlik üzerine inşa edebilmek lüksüne belki de dünyadaki birçok devletten daha fazla sahip. Ama bugün bu çabasının acı sonuçlarını Gazze’nin altındaki tünellerden toplamaya çalışıyor. Başarabilecek mi; o da belli değil.              

Velhasılıkelam, Hamas’ın elindeki rehineleri serbest bırakmasının ve, paralel olarak, İsrail’in Gazze’ye yönelik ateşkes ilanının ardından; ne kadar zor olursa olsun, tarafl arın bir diğerinin var olma hakkını tanıdığı; İsrail tarafının Batı Şeria’da yeni yerleşim bölgeleri kurmadığı; Filistin tarafında siyasi ve, başta gençler, tüm topluma umut verecek bir iktisadi kapasite inşasını içeren; İsrail’in bu anlamda Filistin tarafını muhatap almayı kabul ettiği; 1967 sınırlarının asgaride müzakere çıkış noktasını oluşturduğu; iki devletli modeli esas alan; uluslararası toplumun, Türkiye’nin teklif ettiği çerçevede oluşturulmasında sayısız yarar olan, bir garantörlük mekanizmasıyla desteklediği, bir barış süreci başlatılamazsa Orta Doğu barışı ancak bir rüya olabilir. Bu taraflardan siyasi olgunluk isteyen ve İran’ın etkisinin de kırılmasını gerektiren bir çerçeve, ki bu ikincisi, yani Tahran’ın Filistin – İsrail meselesinin çeperine itilmesinin sağlanması bence esas büyük sorun.   Şunu da belirteyim; bilinçli olarak, Arap – İsrail değil Filistin – İsrail ifadesini kullandım. Zira, Araplar İsrail ile “kendi” meselelerine sanki bizde kimilerinin olduğu, heveslendiği kadar angaje değiller. Bu durumda Arap dünyasının şuursuzluğu üzerine acı acı kafa sallamak ve keskin yorumlar yapmak elbette mümkün. Ancak, sanki hiç aklımıza gelmeyen şu: Acaba, Araplar durumun bütünüyle farkında oldukları halde, konuya başka önceliklerle, mesela çıkar perspektifinden, yaklaşıyor olabilirler mi? Bu söze itirazı duyar gibi oluyorum: “Efendim, Arap devletlerini yönetenler ile halkları kopuk. Arap sokağı bu konularda hassas.” Buna cevabım. “Hayır öyle değil.” olamaz. Çünkü bir ölçüde böyledir. Ancak iki noktayı sorgulamaya değer: İlkin bu mesele “Arap Sokağı” için bu kadar önemli olsa bambaşka görüntüleri, rejimlerin tüm zorlamalarına rağmen görmez miydik? İkincisi, bu rejimler yerlerinde duruyor ve uluslararası, bölgesel siyasette muhataplarınız bunlar. Onlarla çalışmak, kimi noktalarda onların onayını almak, uzlaşmak zorundasınız. Mesela onlara rağmen Filistin – İsrail çatışmasında kendinizi konumlamanız mümkün olmuyor. Zaten, mangalda bırakılan kül miktarından bağımsız işler öyle gelişiyor. Ötesine geçtiğinizde meseleler başka bir noktaya dönüşüyor. Sonra suçla, küs, barış vs! Zor iş…           

Konuyu daha da zorlaştıran bir başka unsur daha var. Bizde siyasi hareketler, belki Osmanlının belki Cumhuriyetin tarihi nedeniyle “toplum mühendisliğine” hem pek meraklıdır hem de kendi tariflerinin dışında kalan yönde gitmek isteyenleri hızla “toplum mühendisliğine soyunmakla” suçlarlar. Şu anda da kimileri Filistin – İsrail meselesi üzerinden, bu kalıpla uyumlu, yoğun çaba harcıyor. Bu sayede, Türkiye’nin devlet olarak kimliğini, ulusu, siyasi karakteri gözden kaçmayacak şekilde murahhas tekilliğe endeksli bir tarifle tanımlayarak, belli bir siyasi anlayışa ivme kazandırmak; söz konusu anlayışın meşruiyetini tartışılmaz kılmak hedefleniyor gibi. Bu ortamda herkesin fikriyat çarşısından hakikatini seçmesi; bunu yaparken de “bizim”(!?) hakikati seçmesi arzulanıyor.             

Ancak, dış politika, insanların çektiği acılar üzerinden kendi hayallerinizde yaşattığınız ümmetçilik kaynaklı ahlaki üstünlük kisvesini ya da safsatadan ibaret komplo teorilerinden mülhem jeopolitik değerlendirmelerinizi, herkese dayatarak kamuoyunun belirlenmeye çalışılmasına pabuç bırakılacak bir konu değildir. Filistin – İsrail meselesi dahil, dış politika başlığındaki konulara, “ümmetçi”, “ideolojik” vs. değil, vatansever ve cumhuriyetçi bir pencereden bakmak doğru ve gereklidir. Bu bağlamda “insani ve ahlaki” veya “İslami ve insani” vs. bakış açılarına moral bir itiraz olamaz. Ancak bunlar ülkenin milli menfaatlerini rasyonel olarak gözettikleri ölçüde ciddiye alınabilirler.         

Meseleye buradan bakmak insanı ne çekilen acılara bigâne kılar; ne duyarsız, ne İsrail yanlısı yapar, ne de jeopolitik olarak kör olduğu anlamına gelir. Tam tersiyse sonu hüsranla neticelenecek bir maceracılığa, ülkenin âlî menfaatlerini göz ardı eden bir hayalciliğe, kamuoyunda kendi siyasi öncelik ve anlayışlarını hâkim kılmaya çalışan ideoloji temelli bir pragmatizme yelken açmak anlamına gelebilir.          

Bizim için önemli olan muhayyel hevesler değil ülkenin çıkarları olmalıdır. Bunun da tartışma götürür bir tarafı yoktur.

Tüm yazılarını göster