✔ Türkiye hiçbir zaman doğal felaketlere karşı önlem alabilen ya da aldığı önlemleri pratiğe aktarabilen bir ülke olmadı.
✔ Ama geçmişte bu felaketlerden sonra iyi organize olmak gibi bir özelliğimiz vardı, son deprem gösterdi ki o özelliğimizi de büyük ölçüde yitirmişiz.
Tıpta çok güzel bir kavram var; koruyucu hekimlik. Bu kavramın doğal felaketlerle ilgili bir karşılığı olmalı. Bu felaketleri önleme şansımız bulunmadığına göre, "koruyuculuk” kavramı devreye girmeli ve felaketin yaratacağı hasarı, buna bağlı can kaybını en aza indirmek amaçlanmalı.
Koruyucu hekimlik çerçevesinde insanlara "Şöyle beslenin, şunu yiyin, bunu yemeyin; sigara içmeyin, hareketsiz yaşamayın" demek kolay. Ama bir de temiz su, temiz hava, temiz bir çevre, iyi sağlık hizmeti sunulması gerekiyor. Bunu vatandaş kendi kendine yapacak değil. Bunlar devletin görevi.
Dolayısıyla koruyucu hekimliği nasıl ki vatandaş kendi kendine dört dörtlük yapamazsa, toplumsal felaketler konusunda da yapamaz. Hatta bireyden topluma geçişte artık devletin yükü ve haliyle sorumluluğu çok daha fazladır.
Ama biz bunu yapamıyoruz. Doğal felaketlerin büyük yıkımlara yol açmasına karşı pek organize olamıyoruz. Daha da kötüsü, iyiye değil, kötüye gidiyoruz.
Bir felaket yaşadık, yaşıyoruz. Etkisini yıllar boyu hissedeceğimiz bir felaket. Türkiye'nin bir bölgesi adeta yok oldu.
Biz bu felaketlerin etkisini hafifletme konusunda devlet olarak üstümüze düşeni yapamıyoruz.
Böyle bir felaket başımıza ilk kez geliyor olsa “Ne yapalım, böyle bir şey beklenmiyordu ki hazırlığımız olsun” diyebiliriz. Ama bu felaket bağıra bağıra geliyor. Örneklerini de sürekli yaşıyoruz.
Hele hele 1999’dan sonra bir dizi düzenleme yapmışız. Sözüm ona bir dizi önlem almışız. Ama yine sağlam bina yapamıyoruz, yine yapılmaması gereken yerlere bina inşa etmekten, havaalanı yapmaktan geri durmuyoruz.
Kim sorumlu bundan? Vatandaş 1 sorumluysa, devlet 10 sorumlu! Hatay Havaalanı’nın kurutulan Amik Gölü’nün üstüne yapılması vatandaşın suçu mu?
Ya sonrası?
Koruyucu hekimlik, yani konumuzla ilgili olarak toplumsal koruyuculuk konusunda hiç mesafe alamadık. Bu yaklaşımla alacağımız da yok.
Ama bir konu var ki, üstelik onda geri gidiyoruz.
Geçmişte hiç olmazsa böylesi felaketlerden sonra daha çabuk davranır ve yaraları sarma konusunda daha organize olurduk.
İşte şimdi o özelliğimizi de büyük ölçüde yitirdik.
Şunu söyleyenler çıkıyor:
“On ili kapsayan büyük bir felaket yaşandı. Devlet bir anda nereye yetişsin...”
Sanki devlet bir yere yetişti de, diğerlerine gidilemedi! Zamanında hiçbir yere ulaşılamadı ki.
Ne yani, depremin ilk saatlerinde Kahramanmaraş’a gidildi de, Hatay’a mı gidilemedi ya da tersi mi oldu?
Hiçbir yere gidilemedi, hiçbir yere yardım eli ulaşmadı.
Depremde ilk 72 saatin çok önemli olduğu bilinen bir gerçek. Ama bu kez 72 saat bile yoktu çoğu depremzede için. Dondurucu soğuk, bu süreyi çok kısalttı.
Gerilemek maharet ister!
Yeri geldi mi mangalda kül bırakmayanlar var. Neymiş, devletin 1939’da Erzincan’da yaşanan depremden günler sonra haberi olmuş. İnsaf; 1939’dan ve o günün şartlarından söz ediyoruz. Tam 84 yıl öncesinden... Kıyaslanır mı? Ne yol var, ne iletişim araçları var, ne uçak, ne helikopter var.
Şimdi depremden anında haberdar olundu, anında. Dedim ya depremin vurduğu on ile aynı anda ulaşmak mümkün değilse bile sanki birine ulaşılabildi de "Ne yapalım, deprem öylesine geniş bir coğrafyada etkili oldu ki” gibi gerekçelerin arkasına saklanılıyor.
Son depremler, 1999 depremlerinden daha şiddetli, daha geniş alanda etkili, doğru. Ama aradan 24 yıl geçmiş, o depremlerden hiçbir şey öğrenemedik mi? Hiç ders çıkarmadık mı?
Yapılan bir şeyler var! Doğal felaketlere müdahalede çok etkin hizmetler vermiş olan AKUT adeta yok edildi. AFAD oluşturuldu. Tüm hizmetlerin AFAD eliyle koordineli bir şekilde yürütülmesi öngörüldü. Ama gördük ki, AFAD koordinasyon konusunda sınıfta kaldı. Üç beş gün içinde organize olmayı herkes başarır, oysa böyle bir felakette zamana karşı yarışılıyor.
Yetmezmiş gibi bazı belediyelerin ve sivil toplum kuruluşlarının yardımları da küçümsendi, hatta yer yer bu yardımlara olmadık engeller çıkarıldı.
İş makinesi diye kıvranıldı, makine bulundu, operatör bulundu; bu sefer de AFAD'dan talimat gelmedi diye bu makineler bir süre atıl kaldı.
Ordu devreye geç girdi
Türk Silahlı Kuvvetleri, emir komuta zinciri içinde en organize güç olarak çok çabuk bir şekilde deprem bölgesine sevk edilebilirdi, geç kalındı. Başlangıçtaki 3 bin 500 kişilik sayı da adeta sembolikti. Binlerce binanın yıkıldığı bir deprem bölgesinde bu kadar asker ne yapabilirdi ki...
Yardım siyasallaştı
Enkaz altındaki yurttaş kendisine uzanan elin, soğuktan donmakta olan felaketzede kendisine uzatılan çorbanın, sırtına örtülen battaniyenin kaynağı sormuyor, sormaz.
Yunan kurtarma ekibindeki bir görevlinin bir kız çocuğunu enkazdan çıkardıktan sonraki gözyaşını gördünüz mü...
İnsan olmak başka bir şey.
Yunanistan, Ermenistan, İsrail, Japonya, Polonya, ABD, İngiltere ve diğerleri... Tüm ülkeler burada yardım için elinden geleni yapıyor; bir can kurtarabilmenin telaşında.
Ama birileri de yardım kamyonunun önündeki afişin üstüne başka bir afiş asmak gibi bir işgüzarlığın peşinde.
Yardım siyasalaştırılır mı? Bu felakette bunu da gördük.