Kuşkusuz Türkiye koronavirüs krizine zayıf bir ekonomiyle yakalandı. Ancak, ekonomiyi daha da kırılgan hale getirme pahasına alınan tedbirlerin önemli bir kısmı da zaruriydi. Bunlar yapılmasa çok daha kötü bir durumda olabilirdik. (Biz ekonomistler “kırılgan” kelimesini sık kullanırız. Ancak bu kelimenin beyinlerde yarattığı çağrışım çok da doğru değil. “Kırılgan” tabii ki “kırılma”yı çağrıştırıyor. Bu da pek çok kişi için “öldük, bittik, varlıklarımıza el konulacak” anlamına gelebiliyor. Bu doğru değil. Biz 1994, 2001 ve 2008'de ciddi krizler yaşadık, battık mı? Hayır. Türkiye ekonomisi esasında kırılgan olduğu kadar, oldukça da “esnek” bir ekonomidir. Bu noktada kimsenin aklına da Arjantin ve Venezuela gelmesin. Bu 2 ülkenin de iktisadi ve siyasi altyapıları Türkiye'den oldukça farklı.)
Öte yandan, ekonominin kırılganlıkları nedeniyle korona virüs tedbirlerinin bir miadi olduğu da muhakkaktı ve geçen haftaki gelişmeler de bu miadın dolduğunu gösteriyor. Hükümetin özellikle iç ve dış siyaset ile ilgili ekonomiyi menfi yönde etkileyen unsurların zaman içinde çözüm sürecine girme temennisi ile sorunları zamana yayma politikası içinde olduğunu daha önce de belirtmiştim. Ancak, özellikle kredilerde ipin ucunun kaçırılmış olması ve dış siyaset ile ilgili sorunların çözüm aşamasından oldukça uzak olması 4 ay gibi bir sürede bu canlandırma ve sorunları zamana yayma politikasının da sonunu getirmiş bulunuyor.
Sermaye hareketleri serbestisi altında faiz ve kurların belirlenmeye çalışılmasının ancak belirli şartlar altında kısa süreli olarak uygulanabileceği gayet bilinen bir ekonomi kuralıdır. Geçen haftadan beri hızla artan kurlar ve bunu takip eden faizler bu süreyi kullanmış olduğumuzu gösteriyor. Eğer TL faizleri aşırı baskılamayıp, reel faizleri bu kadar düşürmesek ve kredi artış hızında daha kontrollü gitsek, kuşkusuz bu süreyi daha uzatabilirdik. Ancak neredeyse yüzde 5'lere varan eksi reel faizler ve sene başından beri yüzde 35 oranında artan TL krediler sayesinde deyim yerindeyse “benzini çabuk bitirdik”.
Peki, özellikle kurlar üzerindeki baskı nereden geliyor? Birincisi, tabii ki enayi yerine konulmaktan hoşlanmayan TL yatırımcısından. Son 2 haftada döviz mevduatları 10 milyar dolar daha artmış bulunuyor. Bu artan döviz mevduatları karşılığında bankaların aldıkları dövizleri MB ile swap yapması sonucunda “görünür” döviz rezervlerini aynı seviyelerde tutmak mümkün. Ancak bunun da bir limiti var ve piyasa oyuncuları bu durumun MB'nin elini giderek zayıflattığının bilincindeler. Keza, kamu bankaları açık pozisyonlarını sene başı kurlarıyla hesaplayarak limitleri tutturuyorlar ama bunun da sağlıklı bir yöntem olmadığı ortada. İçeride kalan az sayıda yabancı yatırımcının ise kurlar üzerinde çok büyük bir baskı yapması imkansız. Ancak, bir kısım yerli yatırımcının borsa sevdasının yabancı yatırımcıların bu kanaldan çıkışını kolaylaştırdığı da yadsınamaz.
Ben hâlâ en büyük baskının (artan kurlara rağmen) cari açık üzerinden geldiği düşüncesindeyim. Tasarruf sahibinin büyük ölçüde dolarize olmuş olması maalesef ki kurların artışının sağlayacağı dış ticaret açığı daralmasının yeterli seviyede olmasını engelliyor. Artan (“patlayan” daha doğru bir ifade olacak) krediler sayesinde ithal mallara talep arttığı gibi, bazı sektörlerde kapasite artırımı ihtiyacı oluşmuş olması da dövizde ek baskı yaratmış olabilir. Ancak, her şeye rağmen TL'nin (reel efektif döviz kuru endeksine göre) son 30 yılın en düşük seviyesine gerilemiş olması turizm gelirlerindeki radikal düşüşe rağmen bir müddet sonra cari hesapta dengelenme sağlayacaktır - tabii TL faizlerin tereddütsüz olarak ciddi ölçüde artırılması kaydıyla.