Geçen sene Türkiye FATF’in “gri listesi”ne girince kıyamet koptu. FATF dünyada kara para aklama ve terörizmin finansmanıyla ilgili standartları belirleyen ve devletlerin üye olduğu bir kuruluş. Tüm uluslararası kuruluşlar gibi kararları sadece teknik değil, aynı zamanda siyasi. Türkiye’nin dış siyasetteki genel yalnızlığının bu karar üzerinde etkili olmadığını düşünmek saflık olur. Kaldı ki, “gri liste”ye giren ülkeler illa ki fakir veya geri giden ülkeler de değil. Bizden birkaç ay sonra Birleşik Arap Emirlikleri de gri listeye alındı. Dubai’nin Asya’nın yeni finans merkezi olma yolunda nasıl emin adımlarla ilerlediğini bu köşede daha önce yazmıştım. Peki Türkiye neden gri listeye girmiş? Gelin detaylarına bakalım.
FATF’in raporlarını okuyunca görüyorsunuz ki, Türkiye’de emlak sektörü ve kuyum işleri kara paranın en kolay aklanabildiği alanlardan. Bu sektörleri analiz etmek için uzman olmaya gerek yok. Bir kez ev alan herkes, işlemin çoğunun tapu harcından kaçınmak için nakit yapıldığını bilir. Ev alırken, bu parayı nereden buldun diye soran var mı? Tam tersine ev alan Ruslara ve Araplara aileleriyle beraber vatandaşlık hediye ediyoruz. Kuyumculuk işlerinde kara para aklamaya yönelik zaafı görmek için ise bir gün Kapalıçarşı’da tur atmanızı öneririm.
Finans sektörü ise FATF raporunda ana risk alanlarından biri olarak gösterilmemiş. Yine konunun uzmanı olmaya gerek yok. Türkiye’de finans işlerinin emlak veya kuyumculuğa göre ne kadar ciddi yapıldığını, finansal sektörün bilgi işlem altyapısının ne kadar güçlü olduğunu sokaktaki adam da biliyor. Şimdi ödeme şirketlerinin kimlik tespit yöntemlerinin yeniden düzenlenmesi gündemde. Ödeme şirketleri, bankaların yaptığı üç işten biri olan ödeme işlerini (diğerleri kredi ve mevduat) daha inovatif yöntemlerle geniş kitlelere ulaştırıyor. Mesela küçük esnaf internetten satış yapacak. Bankalar esnafa maliyetini karşılayamadığı için kredi kartı POS’u veremiyor. Ancak bir ödeme şirketi, veriye dayalı risk analiziyle maliyetlerini düşürdüğü için, aynı esnafa POS verebiliyor. Bir diğer önemli fark ise bankaların sahip olduğu şube ağı. Fakat ödeme şirketlerinde şube yok. Gerek de yok. Dolayısıyla ödeme şirketlerinin maliyetleri de bankalara göre oldukça düşük.
Sanal kredi kartı POS’u işinde Türkiye’de lider pozisyonda olan iyzico, Politika Analiz Laboratuvarı isimli danışmanlık şirketine uzaktan kimlik doğrulama sistemlerine dair bir etki analizi yaptırmış. Sonuçlar henüz yayınlanmadı. Ama ben görme fırsatı buldum. Esnafın %80’i “şubeye gitmem gerekmediği ve evrak toplamak daha kolay olduğu için iyzico’dan POS almayı tercih ettim” demiş. İyzico kullanan satıcı esnafın %70’i bankadan POS almamış. Yine %70’i pazaryerlerinde değil, kendi web sitesinden doğrudan satış yapıyor. Yeni çıkan e-ticaret kanunun amacı olan küçük esnafı pazaryerlerine mahkûm etmemek için ödeme işlerinde aşırı evrak zorunluluğunu ve maliyetleri düşürmek gerekli. Ankete katılan esnaf, bu yöntem olmasa yine e-ticaret yapardım ama bu işe daha geç ve belki pazaryerleri üzerinden girerdim, diyor.
Peki iyzico ipini koparana POS mu veriyor diye sordum. Aslında satıcıların başvurularının ret oranları 2016’da %20’lerden bugün %50’ye yükselmiş. Yani şubeye gitme zorunluluğunun olmaması, yapay zekâ ile muhtemelen daha da etkin risk analizleri yapılmasına engel değil. Aslında mesela Hindistan’da e-devlet üzerinden kimlik doğrulaması yapabiliyorsunuz. Düşünün adamlar 1 küsur milyarın kimliğini doğruluyor. Bizde bu hizmet yok. Eğer “FATF’e uyum sağlayalım” diye ödeme kuruluşları da bankalarla aynı standartlarda kimlik tespiti yapsın dersek, hem esnafı yeniden banka şubelerine veya e-ticaret pazaryerlerine mahkûm edeceğiz. Bir de fintek sektöründe inovasyonun önünü keseceğiz. 2 Eylül tarihli yazımda “İstanbul finans merkezi olabilir mi?”, diye sormuştum. Evet, risk ile inovasyonu dengeleyebilen iyi regülasyonlarla, olur.