Öncelikle Anayasa meselesinin bir veçhesini tereddüte yer bırakmayacak şekilde açıklığa kavuşturalım. Zira, bu konuyu “amaca uygun” bir stratejiyle paketleyerek milletin önüne sunmak isteyen “dahili ve harici” uyanıklar mevcut ve var olmaya devam edecekler. “Bu haliyle bu Meclis’ten kolay kolay toplumu barıştıracak, kenetleyecek, huzurunu arttıracak bir Anayasa çıkmaz” demekle; “Bu Meclis Anayasa yapamaz” demek aynı şey değildir.
Bu Meclis elbette Anayasa yapabilir. Mevcut TBMM Anayasa yapamaz demek, Meclis'i ve Meclis'in varlık sebebini inkâr etmektir. Ortada böyle bir inkârı gerektirecek bir durum mevcut olmadığı gibi; kayıtlı seçmenin %88,92’sinin sandığa gittiği 2023 seçimleriyle ortaya çıkan TBMM’nin kompozisyonu, oy vermiş vatandaşlarımızın %94,11’inin, toplam seçmenin %83,68’inin vekilleri vasıtasıyla parlamentoda temsil edildiği bir aritmetiğe karşılık geliyor. Ortada ne bir temsiliyet ne de bir meşruiyet sorunu mevcut.
Peki sorun yoksa mesele nedir?
Mesele, Türkiye’de vatandaşların hak ve özgürlüklerini önceliklendiren, demokratik kurumları güçlendiren; bu amaçla yasama, yürütme ve yargı arasında güçler ayrımını ve denge denetleme mekanizmalarını dengeli biçimde kuvvetlendiren; yargının yürütme ve yasama karşısındaki bağımsızlığını ve tarafsızlığını mutlak olarak tesis eden, bu bakımdan da yargının kendi alanına giren konularda yetkisinin kendisine verilmiş bir “görev” değil, vasfından kaynaklanan ve doğrudan milletten millet adına alınmış aracısız bir yetki olduğunun teyit edildiği bir Anayasa’nın, bugünkü siyasi konjonktürde bu Meclis’ten çıkıp çıkmayacağıdır.
Zira, güçler ayrılığı, uygun denge ve denetleme mekanizmaları ve yargı bağımsızlığı olmadan Anayasaya ne yazarsanız yazın, demokratlık indinde o metin buza yazılmıştır, uçucudur, kozmetiktir. Anayasa ve siyasal sistemler üzerine bundan tam 276 sene evvel ifade edilmiş ve uygulaması bugünün dünyasının en müreffeh toplumlarının ortaya çıkmasını sağlayan bu ilkeleri münhasır siyasal amaç ve gündemleri uğruna çarpıtan, maskeleyen, siyasal sloganların sisine, dumanına boğanlar ne demokratik ne de sivil bir Anayasa yapabilirler. Gerçek bir demokrat için “vesayete karşı elde edilen kazanımları kuvvetlendirmek” iddiasıyla güçler ayrımını zayıflatmanın, yargıyı yürütmenin uzantısı ve görevlisi olarak köşeye sıkıştırmanın, iktidarın iradesini mutlak ve nihai kılarak denge denetleme sistemlerini etkisiz hale getirmenin, kimse kusura bakmasın ne yenecek ne de gargara yapılacak bir yanı olabilir.
Bu yolların sonunun, geçtim merkezi iktidarı, yerelde dahi çapsız vesayetler, mikro ceberutlar yaratmakta bittiği açık. Bugün belediye başkanlarının sanatçılara ilçe sınırlarını kapattıklarını ilan ettikleri, kitap fuarına katılacak yayınevlerini veya yazarları keyiflerine göre kısıtladıkları yerin adı Türkiye. Bu işler en hafif ifadeyle yetki aşımı, en ağır haliyle suç.
Yerel bir yana genele baktığımızda da geçtiğimiz çeyrek asırda söz konusu kavramları ağızlarına sakız edenlerin sonuçta yarattıkları gerçeklikte bu tespitin kanıtları kolayca gözlemlenebiliyor. Bilerek bu söylemlerin yollarına gül dökenler, patikalarına otoban muamelesi yaparak arşınlayanlar bir yana; fareli köyün kavalcısının peşine düşen çocukların felaketlerine giden yolu adımlarıyla düzlemeleri misali şuursuzca bu söylemlere kapılıp 2010 referandumunda “Yetmez Ama Evet” garabetiyle 15 Temmuz trajedisine giden yolu açanlar öte yana, geçebilirler örneğin… Aklımdayken; Yanılgıya düşmemek, masal deyip geçmemek lazım Fareli Köyün Kavalcısı aslında bir nevi mesel. Muhtemelen 1284’te Aşağı-Saksonya’nın Hamelin köyünde geçmiş; yine muhtemelen yüz otuz çocuğun ölümüyle sonuçlanmış, gerçek bir olayın çağları aşan anlatımı. Hülâsa, toplumlar uyanık ve dikkatli olup sonunu düşünmediklerinde başlarına telafisi güç işler geliyor.
Dünyada önümüzdeki yirmi beş sene çok zor geçecek gibi görünüyor. Türkiye’nin bu dönemde jeopolitik konumu ve toplumsal-ekonomik-siyasal yapısı nedeniyle büyük meydan okumalarla karşılaşması çok olası. Belirtmek gerekir ki bu meydan okumaların niteliği ve sonuçları bakımından en ağır olanını da, Suriye ve başka yerlerden kaynaklanan göçmen akınını yönetememiş olması nedeniyle, sınırları dahilinde büyütüyor. Üstelik göçmen trafiği bakımından aynı anda hem transit ve hem de hedef ülke olma konumumuz devam ediyor ve korkarım edecek.
Anayasa yapmak zaten ciddi bir iştir, burası izahtan vareste. Ama bu koşullarda toplumun sağlığı, refahı ve sürdürülebilirliği açısından geniş kesimlerce üzerinde uzlaşılmış, bu surette benimsenmiş ve böylelikle onaylanmış bir Anayasa yapmak hususiyetle önemli. Toplumun ihtiyaçlarını gidermekten ziyade siyasetin konjonktürel gündemini tatmine yönelik, araçsallaştırılmış bir Anayasa sürecine ve onu izlemesi kaçınılmaz yeni “yeni Anaysa” tartışmalarına ne ihtiyacımız var ne de vaktimiz. Yeni Anayasa yapıp sonra, mevcut Anayasaya olduğu gibi, on dokuz defa değiştirip yap boz tahtasına çevirmek; ardından ona dahi uymamak ve Anayasaya uymamakla sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmak lüksümüz yok. Zira Anayasa toplum sözleşmesinin vücut bulmuş halidir, dillere pelesenk edip anlamını örselediğimiz beka meselesinin gerçek teminatıdır. Günün sonunda milleti kimlik tartışmalarında boğup toplumu karpuz gibi ikiye bölecek bir Anayasa sürecinin kime hizmet edeceğini bilmem ama ülkeye bir hayrının olmayacağı açık. Bu durumda, 2017’de uygulama Anayasaya uymuyor diye uygulamayı değil de Anayasayı değiştirmiş siyasetimiz mevcut Anayasaya uyma egzersizlerine başlarsa daha faydalı bir meşgale olacaktır.
Gerçekten yeni, sivil, demokratik ve çağdaş bir Anayasa konuşacaksak bunu araçsallaştırmak peşinde olanların o yoldan bir yere varamayacaklarının farkına varmaları gerekecektir. Yukarıda belirttiğim ilkelerin yanında olanlarınsa tartışmanın doğasına ilişkin olarak milleti bilgilendirmeyi, uyandırmayı, farkındalığını arttırmayı hedeflemeleri, sürecin açık ve şeffaf biçimde yürümesini temin edecek ne varsa bunları önceliklendirmeleri; tartışmanın birbirlerinden farklı düşünen eşit muhataplar arasında geçecek bir karşılıklı ikna süreci olacağını muhataplarıyla birlikte millete de net biçimde anlatmaları şarttır. Tüm bunları da siyasal konum ve stratejilerini bozmadan yapmayı becermeleri, gerekirse teması nerede keseceklerini doğru belirlemeleri gerekir. Kimi süreçlere angaje olunduğunda, bir noktaya gelinmesine katkıda bulunmuşken, faulle karşılaşsanız da geri çekilmek muhakkak siyasi bedel içerir ve zor olabilir. Muhalefet, karşısında görev onayı hala seçim öncesi düzeylerde bulunan bir Cumhurbaşkanının ve kamuoyunun eğer emekliye zam yapılsaydı yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkacağına inandığı bir AK Partinin bulunduğunu göz ardı etmemeli. Muhalefet için bu yönde gelişmeleri engellemenin birinci yolu, sürecin geniş katılıma açılmasının öncülüğünü ve aracılığını yapmaktır. Bunun için de Türkiye siyasetinin son döneminin “kadrolu Kakılmışı” sivil toplumu sürece en renkli ve çok sesli haliyle katmak gerekir.
Yeni Anayasa tartışması konjonktürel bir yumuşama, normalleşme meselesi değil süreçten başlayıp sonuca evrilecek bir amaç ve anlayış meselesidir. Taraflar amaç ve anlayışta temelde birbirleriyle uzlaşamıyorlarsa bu süreci zorlamak kahvehane tabiriyle “okeye dönmekten” farklı olmayacaktır. Memleketin geleceği ve onun ışığı, rehberi, iskandili, teminatı olacak bir Anayasa yapmaksa ciddi bir meseledir.