Son haftalarda iş dünyası STK temsilcilerinden “Finansman maliyetleri çok yüksek” temalı şikayetlerin sıkça dile getirildiğini görüyoruz. Bu şikayete doğruluk ve haklılık gibi iki farklı pencereden bakınca resim farklı görünüyor.
Şikayetin doğruluğuna şüphe yok, kredi faizleri son derece yüksek. Ancak bu şikayeti dile getirenlere hak verebilmek için 2021-2022 döneminde faizler, enflasyonun altına çekilirken ve enflasyon kontrolden çıkmasına rağmen faiz indirimlerine devam edilirken bunu eleştiren tespitler yapıp yapmadıklarını hatırlayalım. Benim hatırladığım çok örnek yok. Bugün karşılaştığımız durum 2021 sonunda uygulamaya giren para politikasının bir sonucu. Bazıları aksini düşünse de içinden geçtiğimiz süreç aslında son derece yumuşak bir dönüşüm süreci.
Çok daha hızlı sonuç alınabilecek ancak yan etkileri de o kadar şiddetli olacak daha sert önlemler de alınabilirdi; bu yol tercih edildi. İş dünyası eğer kalıcı bir şekilde düşük enflasyona geri dönmek istiyorsa, bugün zorunlu olarak yapılanların sonuçlarından şikayet etmek yerine, sürece destek vermeli. Eğer tercih bu değilse, 50 yıldır kurtulamadığımız (ya da kurtulmak istemediğimiz) enflasyonla yaşamaya devam ederiz.
Yüksek faizlerden şikayet edenler, bunu yapmak yerine “enflasyonla mücadele sadece para politikasına bağlı yürütülemez, maliye politikası da buna çoktan destek vermeliydi. Hatta o da yetmez, yıllardır bekleyen yapısal reformlar var. Bu durumu fırsat bilip, onları da hayata geçirmeliyiz” diyebilmeliler. Yine son haftalarda ihracat camiası tarafından dile getirilen başka bir şikayet ise döviz kurunun düşük kalması.
“Kur en az şu kadar olmalı” benzeri açıklamaları sizler de görüyorsunuz. Bu eleştiriye hak vermek de bir o kadar zor ve bunun pek çok nedeni var. Üçünü burada paylaşayım. İlgili STK’larımızda uzun süredir, döviz kuruna yaslanarak ihracatın artacağına inanan ve bunu savunan bir baskın görüş var.
Oysa Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu ihracat artışının kurla güçlü bir ilişkisi yok. Tam tersine, yüksek kur-değersiz TL ortamı, ihracatımızın katma değer artışına değil, sıradan malları rakiplerimizden daha ucuza satma yarışına hizmet ediyor. Üstelik bunu da tam olarak başaramıyor. İkincisi, yüksek kur isteyenler, kur artışının getirdiği sözde avantajın, üretim maliyetlerinin de yükselmesi nedeniyle çok kısa bir süre sonra (en fazla 6 ay) yok olduğunu defalarca tecrübe ettikleri halde bunu dile getirmeye devam ediyor. 2020 başından bu yana Dolar kuru, TÜİK enflasyonu ve İTO enflasyona bakalım.
Grafik, fiili dolar kurunu kırmızı ile gösteriyor. ‘Dolar kuru her ay TÜİK enflasyonu kadar yükselseydi ne olurdu’yu mavi, ‘İTO enflasyonu kadar yükselseydi ne olurdu’yu sarı ile görüyoruz. Geçen 54 ayın 40’ında fiili dolar kuru diğer iki senaryonun üzerinde; 14’ünde ise TÜİK enflasyonunun üzerinde, İTO enflasyonun altında değerler almış.
Fiili kurun, diğer iki senaryonun da üzerinde kaldığı 40 ay ihracatta her şey iyiydi de altında kalmaya başladığı son dönemde her şey kötü mü oldu? Elbette hayır. “İhracat artışı için döviz kuru yükselmeli” diyenler bunun yerine, “diğer ülkeler kendi kurlarıyla oynamadan ihracatlarını hem nominal değer bazında hem katma değer ve teknoloji yoğunluğu bazında nasıl artırabiliyor?” sorusuna cevap ararken düşük enflasyonun kalıcı ihracat artışı için hem döviz kurundan hem de devletin verdiği tüm ihracat desteklerinden daha değerli bir kaldıraç olduğunu fark edebilmeliler.