17 Ağustos 1999’da gerçekleşen büyük Marmara Depremi’nde henüz 18 yaşındaydım. İstanbul’da tek katlı müstakil evimizde uyurken depreme yakalanmıştık. 3 erkek kardeş aynı odada uyuyorduk. Ev sallanmaya başlayınca annem-babam kapıyı açıp içeri girdiler; “Çocuklar kalkın, deprem oluyor, dışarı çıkın.” İki abim uykularını bölmediler bile, uyandım ve üçümüz dışarı çıktık. Sirenler acı bir şekilde çalmaya başlamıştı, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Daha önce böyle bir olay yaşamamıştım, ilk kez bu şiddette bir yer hareketiyle karşılaşmıştım, tüm mahalle dışarı çıkmıştı. Semtimizde yıkılan bina yoktu ama acı bilançoyu ertesi günlerde öğrendik. Belki biz şanslıydık, tek katlı bir binada yaşıyorduk, uyandık, dışarı çıktık. Ama binlerce insanımızı kaybettik bir daha hiç uyanmadılar.
Marmara depreminin üzerinden 25 yıl geçti
Aradan yaklaşık 25 yıl geçti. Yine bir gece yarısı aynı kâbusa uyandım. Bu sefer yaklaşık 3 yıl önce bölge temsilcisi olarak geldiğim Adana’da depreme yakalandım. Fakat içinde bulunduğum durum çok farklıydı. 18 yaşında bekâr biri olarak değil, 42 yaşında 2 kız babası olarak sarsıldım. Ben babaydım, çocukların odasına koşan ben olmuştum. Daha önce evde belirlemiş olduğumuz “güvenli bölge”de kızlarımıza sarılmış, yatağın yanına çökmüş depremin geçmesini bekliyorduk. Bu sarsıntı hiç Marmara depremine benzemiyordu. Sanki evimizi başımıza yıkmak için var gücüyle çalışan bir dev vardı. Önce binayı sağdan sola soldan sağa sallamaya başladı. Salladı, salladı, salladı olmadı, şiddetini artırdı. Gardıroptan cızırdama sesleri geliyordu, duvarlar üzerimize gelip geri gidiyordu. İçeride düşen bir şeyler olduğunu duyuyorduk. Korkunun en büyüğünü, sallayıp yıkamayınca alttan vuran darbe sonrasında yaşadım. Bu sefer bariz bir şekilde binamız alttan darbe alıyordu. Sanırım hayatımın en uzun 1 buçuk dakikasını o yatak odasında kızlarıma sarılarak dehşet içerisinde geçirdim. Sonrasında durdu, nasıl oradan kalktık, kendimizi nasıl dışarı attık bilmiyorum. Daire kapısını açıp çocuklarımı karşı komşuya verip göndermişim, üst komşumun 25 yaşında kızı bayılmış, ‘Selçuk yardım et’ diye seslenince merdivenlerden yukarı çıkıp Melisa’yı omzuma alıp bina dışına çıkarmışım. Bu kısımları ertesi gün komşularla arabalarda beklerken, onlar anlatınca hatırladım. Olayın şokundan o esnada ne yaptığımı hatırlamıyorum bile.
Deprem sonrasında komşularla birlikte araçlara geçtik. Araçları açık bir alanda arka arkaya park edip beklemeye başladık. Herhalde gazetecilik refleksi, haber geçmek için sosyal medya hesaplarımdan; “99 Marmara depremini yaşamış biri olarak söylüyorum. Adana’da bu sefer başka bir şey yaşadım. Bitmek bilmedi, şiddeti de en az Marmara depremi kadardı. Umarım minimum kayıpla atlatırız” şeklinde bir paylaşımda bulundum. Keşke yanılsaydım. Sanırım bu neslin gördüğü en büyük yıkıma şahitlik ettik ve onu yaşadık.
Durum korkunç, trajedi yaşanıyor
Marmara depreminde yaklaşık 20 bin insanımızı (TBMM araştırma raporuna göre 18.383) kaybetmiştik. Ama bu depremin üzerinden henüz 2 hafta geçti ve kaybettiğimiz canların sayısı 40 binin üzerine çıktı. Üstelik halen göçük altında kaç canımız var, onu da bilmiyoruz. Kimi profesör unvanlı bilim insanları yıkılan bina ve daire sayısına göre matematik hesabı yapıp bazı rakamlar dile getiriyorlar, bunu ne düşünmek ne de ifade etmek istiyorum. Ne olur, söylendiği gibi olmasın.
Dedim ya, yaklaşık 3 yıl önce bölge temsilcisi olarak Adana’ya geldim. Adana ile birlikte Hatay ve Osmaniye de görev alanımda. Evet, Adana’da biz iliklerimize kadar depremi yaşadık, ama Osmaniye daha kötü etkilenmiş. Hele Hatay, orada yaşananları dile getirebilmek ne mümkün. Durum korkunç boyutlarda ve artık bir trajedi yaşanıyor.
Adana Valisi Süleyman Elban’ın son açıklamasına göre; Adana’da 418 insan yaşamını yitirdi. Diğer taraftan Osmaniye’de bu rakam bine yaklaştı. Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş ise önceki gün yaptığı açıklamada kentte ölenlerin sayısının 20 bini bulduğunu söyledi. Unutmamak gerekir ki, bunlar birer sayıdan ibaret değil. Her biri birer can. Kimisi anne, baba, kimisi evlat. Birilerinin kardeşi, amcası, halası, teyzesi, babaannesi, dedesi. Düşüncesi bile insanın kanını donduruyor. Bu acıyı yaşayanlara sabırlar diliyorum.
Çekirdek ailemle birlikte biz ucuz atlattık, ama pek çok dostum veya onların sevdikleri bizim kadar şanslı değildi. İskenderun dağıtıcımız Erdem Biçer’in annesi Raife Kara göçük altında kaldı, vefat etti. Antakya’da dağıtıcımız Mehmet Baştürk’ün evi yıkıldı, kendisi ve çocukları kurtuldu ama ailesinden 6 kişinin cansız bedenleri çıkartıldı. Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum.
Korka korka telefon rehberimdekileri arıyorum
Diğer taraftan; 3 yıl boyunca o çevrede 100’lerce iş insanıyla görüşmeler yaptım ve dostluklar edindim. 2 haftadır her gün korka korka telefon listeme girip aramalar yapıyorum. İnşallah telefonu kendisi açar diye dua ediyorum. Ne yazık ki acı haberlerini aldığım dostlarımız da yok değil. Özellikle de Hatay’da. Çok büyük bir yıkım oldu bu kentimizde. Genelde günübirlik gider, görüşmelerimi yapar ve Adana’ya dönerdim. Kimi zaman işler uzar, orada kalırdım. Kaldığım otellerin hepsi yıkılmış. Zaten Antakya merkez diye bir şey kalmamış. Hoşgörü kenti olan Hatay’ın artık o simge yapıları yok. Keza Samandağ merkez, İskenderun merkez de aynı şekilde yıkıma uğramış. Sanırım biz bu merkezleri doğru yerlere kurmamışız.
Her gittiğimde mutlaka girip gezdiğim, Antakya’da şehir merkezindeki yan sanayinin bulunduğu sanayi sitesi artık yok. 1.500 işletmeden 1.400’ü yıkılmış. Antakya Organize Sanayi Bölgesi ise neredeyse hiç hasar almadan depremi atlatmış. Çünkü şehir dışında ve dağlık bir alanda kurulmuş. Osmaniye Organize Sanayi Bölgesi de öyle, fabrikalar ayakta. İskenderun’da ise denize dolgu yapılarak üzerine kurulan fabrikalarda sorun var. Doğal alanlara inşa edilen sanayi tesislerinde büyük bir sorun görünmüyor. Fakat şöyle de bir gerçeklik var; fabrikalar ayakta ama bu fabrikaları çalıştıracak insan kaynağı artık yok. Ölenlerin yanı sıra şehirler çok ciddi göç verdi ve hayalet kentlere dönüştü. Yıkım o kadar büyük ki, alt yapı, su, elektrik, barınma ve gıda ihtiyaçlarını karşılayacak bir yapı henüz sağlıklı bir şekilde oluşturulmadığı için insanlar kentlerini terk ettiler. Ne zaman geri dönerler ya da bir daha dönerler mi bilinmez.