Ezberciliğin rehaveti…

Ahmet Kasım HAN KAVANOZUN DİBİ

Geçen hafta bu köşedeki yazımı, Diyanet İşleri Başkanı ve Başkanlığının Atatürk’ün ismini 30 Ağustos hutbesinde, yine, anmamış olmasına ayırmıştım. Zira, keyfiyet tesadüf olmaya müsait olmayacak bir sıklık ve “istikrar” ile tekrar etmekteydi. Sayın Diyanet İşleri Başkanı’nı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın Atatürk’ü sosyal medya mesajlarına “sığdırmaya” çalışması da açıkça kamuoyuna rahatsızlık veriyordu. Bu bağlamda, hafızasını, niyazını ve zikrini yatsıdan evvel toparlayarak, Cumhurbaşkanlığında düzenlenen törende, durumu telafisi zaruri ancak geç kalmış bir hareket oldu. Zamanında ve yerinde yapılmış olsa, hiç kuşku yok ülkenin huzur ve beraberliğine olumlu etki edecek olan bu eylem böylelikle, gelen yoğun eleştirilerin baskısıyla ortaya çıkmış bir mecburiyetin ifasına dönüşmüştü.

Yazının içeriğini, daha ziyade, işin felsefesine, bu konularda akıl yürütmenin kuramsal dinamiklerine ve mezkûr konularda neden-sonuç ilişkilerine dair olgusal çerçevenin nasıl kurulabileceğine ayırarak, bu tür meselelere dair okur-yazarlığa katkıda bulunmayı önceliklendirmiştim. Zira ve maalesef memleketin siyaseti “bu tür konuları” bir defa konuşup geçecek, sonra unutacak bir hal arz etmiyor. Aynı çerçevedeki meseleler farklı bağlamlarda da olsa sürekli gündemde; tekrarda. Zira mevcut koşullarda siyaset yapmanın, artık sonuç alıcılığı tartışmalı da olsa, en kolay yolu, bu tarihe, kimliğe, değerlere ilişkin konuları temcit pilavı misali toplumun önüne koymaktan geçiyor. En azından siyasetin bir kısmında, özellikle de iktidar cenahında, bu algı var.

İktidar mevzileri kaybedildikçe, aynı cümleden hareketle muhalefet mevzileri de kazanıldıkça, ilk grup sıkışıklıktan ikincisi rehavetten ezberlerine dönüyor. Kanaatimce, içerisinde bulunduğumuz dönemde, muhalefet algı yönetiminde daha başarılı. Bu “ezberciliğin”, kendileri ne kadar farkında bilmem ama, iktidara daha fazla zararı oluyor. Zira iktidara yakınlık, veya iktidar adına kamuoyunu belirleme, iddiasındaki “hâfızlar”, konuyu, üstelik de küfür kafir, döne döne Cumhuriyetin kuruluş hikâyesine, temel değerlerine ve, en sıkıntılısı da, milletin hâdimi (hizmetkârı), vatanın halâskârı (kurtarıcısı), cumhuriyetin bânîsi (kurucusu), zaferin mimarı başkumandanın, Atatürk’ün, kendisine getiriyor. Dolayısıyla bu konular sürekli siyasetin malzemesi olmakta.

Bugün gelinen noktada söz konusu tezleri canhıraş biçimde dile getirme işinin profesyonel trollere ve, çoğunluğu ağzı, bozuk şuursuz fanatiklere kalmış olması sadece bir tespit değil. Türkiye’de, İslamcı, mütedeyyin, Müslüman demokrat, artık nasıl adlandırıyorsanız, siyasetin nasıl yola çıktığına, kendi kimliğine dair iddialarına ve benlik algısına bakıldığında ayrıca hazin. Hz. Muhammed’e (S.A.V.): “İnsanların, cennete girmelerine en çok vesile olan şeyler” sorulduğunda cevabının “Allah’tan korkmak ve güzel ahlâk” olduğu düşünüldüğünde hazin olanın temsiliyetinin hüsran olduğu sonucuna varılabilir. Küfürbazlığın hâkim olduğu bir siyasi iklimden, dillerden ve kafalardan güzel ahlâkın neşet edeceğini nasıl varsayabiliriz?

Bir önceki yazıda açtığımız yoldan gidip, işin felsefesine girdiğinizde bina orada da dökülmekte. Göreliliğin ve, daha da kuvvetle, post-modernizmin, “gerçeğe” ilişkin temsiliyet ve mutlakiyet iddialarını en kuvvetli reddettikleri argümanlar, tarihsel olgulara, olaylara, kişilere dair olanlar değil; fanatikleri veya bezirgânları tarafından “mutlakiyet” iddiasına konu edilmeye daha ziyade müsait olan değerlere, güzelliğe veya çirkinliğe, metafizik ve ahlâka, bu arada teolojiye ilişkin olanlarıdır. Özetle, yola “yapı çözümü” ve “söylem analizi ve eleştirisi” vs. diye başlayıp; mevcut tarihsel verilerin yerine safsatadan başka fazlaca bir şey koyamayanların ilk anlamaları gereken, hakikate ilişkin tekelci anlayışlarına metodolojik temel teşkil etmesini umdukları yaklaşımların ilk sorguladığı ve yapı-bozumuna tabi tutarak sıfırladığı, sorgulamaya açtığı iddiaların en başta, yeni bir toplum kurma iddiasıyla, kendilerinin tutunduğu savlar olduğudur.

Post-modernizm ve görelilik, ve bunlarla bağlantılı akıl yürütme yöntemleri, siz gerçeğin yerine beğendiğiniz hakîkati ikame edin diye düşünülmüş değildir. Daha da ötesi, ilkesel olarak, birlikte yaşamakta ve “değerlerini” kıymetli kabul etmekte zorlandığınız, “değerleriniz” adına ötekileştirdiğiniz, grupların da kendi bildikleri iyiyle, doğruyla, güzelle yaşamalarının özgürlük alanını açarlar. Buna engel olup nalıncı keseri misali her şeyi kendinize yontarsanız, bu defa da esas amacınızın başka olduğu söylemleri güç kazanır. Takiyeci diye damgalanırsınız. Özgürlük ve ifade alanının herkes için genişletilmesini talep etmek; vesayetle, sivil siyaseti hâkim kılmak için mücadele edilmesini istemek başka bir iş; memleketin kendinizin benimsemediğiniz tüm değerleriyle kavga etmek; sizin gibi, hatta sizin kelimelerinizle ve mantık dizgenizle düşünmeyen kim varsa ondan şüphe etmek, özgürlük alanını kısıtlamak; kamusal yaşama dair tek ve mutlak doğrunun sizin görüşleriniz olduğunu savunmak, onu da geçtim bunun milletin “ortak” isteği olduğunu iddia etmek başka iş.  Bu iddianın ifade ettiğinin daha demokratik ve özgürlükçü bir ülkeye karşılık geldiği savıysa, olsa olsa traji-komik olarak nitelenebilir.

Belki bunlar ilk başta, size amacınızla mukayeseli olarak önemli bir sorun gibi görünmeyebilir. Ancak, fikri zeminini kaybeden bir hareketin, esas olarak başka bir “derdi” varsa, her şeye karşın bu “derdi” benimsemiş bir ezici çoğunluğa, en azından, sessiz kalarak da olsa, o yönde “rıza”sını üretmiş olduğu, ve çoğunluk oluşturan, bir kitleye sahip olması gerekir. Fakat bu defa da demokratik meşruiyetini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Demokratik bir düzende sistemi, gerçeği, hakikati değiştirmek ve dönüştürmek basit bir iş değildir. Şartlar gerçekten olağanüstü değilse, söz konusu dönüşümü meşru biçimde ve demokratik olarak millete benimsetmek istiyorsanız, ki aksi düşünülemez, kantitatif olarak “nitelikli” çoğunluk, kalitatif olarak da “nitelikli” sözcüler gerektirir.

İddialarınız yapay, eksik, zayıf; sözcüleriniz niteliksiz; popüler desteğiniz hâkim çoğunluk değilse,  genelde, bu işlerin boyası, koşullar ve konjonktür sizin lehinizeyken, yine de dayanabilir. Ancak, işler sıkışıp, vatandaş gündelik sorunlarına çözüm beklerken bunları üretemeyip, artık beşinci turda da mağdura, mazluma ve, daha da ilginci, iktidarda olduğunuz halde, müzmin muhalefet konumuna yazılırsanız yürümez. Siyaseten iktidarda olsanız bile, siyasi söyleminizin başat kurgusu muhayyel bir “ebedi iktidarın vesayetini” eleştirmek, ona karşı, yel değirmenleriyle vuruşan Don Kişot misali, mücadele etmek, üzerine kuruluysa sorununuz var demektir. Bu tutumunuzu yaymak için yeterli desteğiniz, medya gücünüz vs. de olsa, Türkiye gibi siyasi tarihi ve iklimi buna müsait bir ülkede bile bu denizin tükenmesi kaçınılmazdır. Uzunca bir süre muhalefetmiş gibi davranabilir, söyleminizi o aksa oturtabilirsiniz. Ancak, siyasi tartışmanın önünde sonunda, sizin yapmak istediğinizin hilafına, büyük anlatılardan kopup, gündelik olana, ekonomi, “”, “”e, “geçim”, “işsizlik”, “adalet”, “güvenlik” gibi somut dış ve iç siyaset meselelerine takılması kaçınılmazdır. Vatandaş sizden çözüm beklerken siz hâlâ “muhalefetmiş” gibi yakınırsanız bunun ya inandırıcılığı olmaz. Ya da gerçekten muktedir kabul edilmemeye; hakikaten iktidarda değilsiniz gibi muamele görmeye başlanırsınız.

Siyasal çoğunluğu teşkil ettiğiniz dahi şüpheli bir ortamda, “I. İnönü Savaşı hiç yapılmadı ki”; “Lozan’ın gizli maddeleri yüzüncü yılında açıklanacak” diye soytarılık yaparsanız, öyle de damgalanırsınız. Nitelik gerektiren yerde, savunmanızın artık körü körüne yapılması gerekeceğinden (sadece öyle yapılabileceğinden), sözcülerinizin niteliği de artmaz, azalır. Nihayetinde, yukarıda bahsettiğim türde soytarıların eline, fikir, kanaat önderliğine, kalırsınız. Niteliği azalan bu sözcüler artık çıkış noktasındaki kadar tezlerinizin söylemsel zeminine hâkim olmayan kişilerden, yukarıda bahsini geçirdiğim terbiyesizlerden oluşacaktır. Daha da beteri bir süre sonra bunların iz’ansızlıkları, yüzsüzlük ve ölçüsüzlükleri o kadar büyüyebilir ki, sizin sıkışıklıklarınızla birleştiklerinde söyleminizi, daha beteri siyasetinizi belirleyerek sizi yutacak bir kara deliğe dönüşebilir. Üstelik bunlar, kamusal zeminde iktidarı söylemsel olarak kendilerine mahkûm ve muhtaç kılmak için eli sürekli arttıracaklardır. İktidar demokratik yollarla değişirse ne yapacaklarını, alıştıkları standardı nasıl sürdüreceklerini bilmeyen; kendilerini bir kitle partisi olmayı becerdiği ölçüde seçim başarıları kazanarak iktidarda kalan Adalet ve Kalkınma Partisinin “esas sahibi” olarak niteleyerek, aslında “asalaklaşarak”, iktidarın söylemini ve siyasetini belirleme iddiasına soyunan bu grup ülke demokrasisi ve siyaseti bakımından ciddi bir meseledir.

Kara Harp Okulu Diploma ve Sancak Devir-Teslim töreninin ardından yaşanan süreç; iktidar bloğunun başlangıçta takındığı mutedil, sükûnetli, soğukkanlı tavrın birdenbire dönüştüğü mütehakkimâne tutum; kanaatimce esas bunların mârifeti. Bu mârifeti pratiğe taşıyansa bunlar gibi düşünen; kaybedilmiş taban dinamizminin, tazeleyici bir söylemin, zayıflayan safların konsolidasyonun, böylelikle siyasi güce tahvil edilebilecek bir karşıtlığın, buradan tekrar üretilebileceğine iknâ siyasetçiler. Bunlar, kopardıkları yaygarayla esas karar alıcıları da ezberlerine döndürmeyi başarmış, kendi pozisyonlarını onlara da benimsetmiş görünüyor. Yoksa, Cumhurbaşkanı sıfatıyla edilmesi zorunlu bulunan yeminin metniyle neredeyse aynı muhtevaya sahip bir yemini eden subayların, hem de aradan sekiz gün geçtikten sonra, ülkenin ordusundan “temizlenmesi”ne girişilmesinin gerekçesi ne olabilir…?

Bu durum siyasi tutumu bakımından heyecanının kaynağını askerlerin mesajlarında aramanın sorunlu bir manzara olduğu tespitini tek başına haksız çıkarmaz. Fakat, yeminde kullanılan sözlerin muhtevâsı itibariyle, geniş kesimlerde ortaya çıkan rahatsızlığın sebebi, bizâtihi bunlardan rahatsızlık duyulması. Ötesi bu rahatsızlığın siyaset eliyle bir linç ve kovuşturma konusuna dönüştürülmesi. Böyle düşünüldüğünde değerlendirmeye katılacak çok başka unsurların bulunduğu sarih olmalı. Kaldı ki “temizleme” vaadinin yapıldığı yer İmam Hatipliler Kurultayı olduğunda heyecanlanma işinin pek de öyle bir cenahın veya “bir zamanlar”ın tekelinde olmadığı açık…

Bu biçimde bakıldığında konunun özü basit. Yeni mezun teğmenler, kılıç çekerek; Atatürk’e ve Cumhuriyetin Anayasa’da vazedilmiş temel niteliklerine bağlılıklarını; memleketin bağımsızlığını, ülkenin bütünlüğünü; milletin namus ve şerefini korumak için hayatlarını feda etmeye hazır olduklarını ifade ettiler. Neticede Cumhurbaşkanı da, örneğin görevde bulunan Cumhurbaşkanı üç defa olmak kaydıyla: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağı”na,Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağına,Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek… için bütün” gücüyle çalışacağına “Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda,” namusu ve şerefi üzerine ant içmiyor mu? Dolayısıyla teğmenlerin “meydan okuduğu” kim ve ne ki bu “zaman ayarlı” rahatsızlık doğdu? Bu çocukların harp okullarına girerken tüm şecereleri dökülmüştü. Sonrasında attıkları her adım izlenmişti. Tüm bu süreçte tüm ilgili kurumların atladığı ne vardı veya olabilirdi? Bu soruların şüyuu vukuundan beter niteliğinin kimse mi farkında değil; yoksa buradan doğacak mağduriyetin siyasi rantı birilerine çok mu tatlı geldi?

Bir de, konu Mustafa Kemal Atatürk’e geldiğinde, övgüyle, milli ruhla söylenilenleri ve bunları söyleyenleri “müsamere çocukluğuyla”, akıllarınca aşağılamaya kalkanların, yeri geldiğinde Cumhuriyetin kurucusunu anmaktan kaçınırken yapılanların garipliğine ne sebeple uyanmadıklarını düşünmeliyiz? Yabancı bir hareketin lideri adına gıyabi cenaze namazı kılmanın; Atatürk ve Kurtuluş Savaşının hatırasını küçümsemenin; milletin neredeyse yedi asırlık yurdunda, sanki orayı daha dün kendileri feth eylemiş gibi, hem onu ilk fetheden hem de onu kurtaran iki “güzel” komutanın hatırasına bigâne tavırlarla, gerçekten müsamere kabilinden, kılıç kalkan oynar hallere girilmesinin gelenekle izah edilmeye çalışılmasının yersizliğine, abartısına ne demeliyiz?

Teğmenlerin yemini üzerinden suni gündem yaratan nitelik yoksunu pespaye tâife sonunda mevcut paranoyadan da yararlanarak işte bu ortamda iktidarın siyasetini istedikleri noktaya çektiler. İktidar tam da aş, iş, geçim meselelerine çözüm üretememekten sıkıntılıyken; en azından ürettiği çözümlerin seçmeninin çoğunluğunu oluşturan yüzer-gezer, sonuç odaklı pragmatik seçmeni geri kazanmak için zamana ihtiyaç duyduğunun farkındalığıyla baskılanırken, yaptılar bunu. İktidarı, öncelikleri söz konusu kitlenin öncelikleriyle büyük ölçüde örtüşmeyen; ancak, son dönemde iktidarın sıkışmışlık hissinin kuvvetlenmesine neden olan bir hareketlilikle evden ayrılan, örneğin Yeniden Refah Partisine göçen, efsanevi çekirdek seçmenin gündemine odakladılar; ezberine döndürdüler. Malum laik seçmen tabanı “doğal olarak” her konuda samimiyet testine tâbi kabul edilirken, hiçbir toplumsal-siyasi, kültürel meselede samimiyetini ispat mecburiyetinde olmayan “çekirdek seçmen”in.

Adalet ve Kalkınma Partisi sözcüsü Ömer Çelik gibi müktesebatı itibariyle hem siyasi hareketinin düşünsel kökenlerine hâkimiyeti bakımından hem de Türkiye sosyolojisini okumak noktasında kendilerinden fersah fersah ileride olanları sindirmeye çalışarak yaptılar bunu. Gidişattan usanmış, çoktan suskunlaşmış, dengeleri bozmaktan, davaya ihanet etmekten, mahalle baskısıyla uğraşmaktan yılmış “İslamcı, milliyetçi muhafazakâr, mukaddesatçı entelijansiya”yı daha öncesinde zaten büyük ölçüde kendi içine kapatmışlardı.

Kanaatimce, geldiğimiz aşamada bu durumun “dava”ya “mefkûre”ye vereceği potansiyel zarar aslında iktidarın, daha da önemlisi dayanma iddiasında olduğu düşünsel, ideolojik zeminin devamlılığını, gücünü, itibarını belirleyici nitelikte olacak. Zira, İslamcı, milliyetçi muhafazakâr, mukaddesatçı fikir dünyası Türkiye’de (belki de dünyada demek lazım), zaten yarım kalmış, tamamlanamamış, tutarlılığı ve temelleri itibariyle “tamamına erdirilememiş” durumda. Düşünsel olarak da Batıdan kopmaya çalışırken, toplumların demokratik beklentilerini karşılamak gibi bir denge oyununa mahkûm. “İktidar oyununu” gereği gibi oynamak için sığındığı göreliliğin, ve asıl, post-modernizmin,evrensel ilerleme ya da kurtuluş fikrinden, tekil çerçevelerden, büyük anlatılardan ya da nihai zeminlerden” kuşku duyan felsefesiyle, kendi “mutlak doğrularının”, arasına sıkışmışlığın baskısını hissediyor. “Demokrasi treni” diye bindiği “ihtiras tramvayına” bir defa atlayınca hangi durakta ineceğine karar vermenin düşündüğü kadar basit olmadığı gerçeğiyle baş başa. Düşünsel ve pratik olarak ciddi bir gerilim yaşıyor. İktidarda olmanın, parayla, servetle ve daha başka dünyevi zevklerle sınanan erk şehveti bir yanda; yukarıda bahsettiğim sıkışmışlığı özcülüğe, köktenciliğe, velhasıl klasik ezberlerine sığınarak çözmeye çalışmanın “dayanılmaz ağırlığı” diğer yanda… Bu gerilim ve sıkışmışlığın “devlet geleneği”ne, milliyetçiliğe sığınarak, onun sağladığı meşruiyetin gölgesinde izâle edilmeye çalışılması azımsanmayacak ölçüde bundan kaynaklanıyor.

Gelinen kavşakta, örneğin, post-modernizm veya görelilikle İslamcı, milliyetçi muhafazakâr, mukaddesatçı entelektüel tartışma arasında fikren yönetilebilir bir bağ kurulmak isteniyorsa, bu “uzlaşma”, bizde İslamcı düşünce tarafında kafa yoranların hiç de hazzetmedikleri “tarihselci” anlayışı ele alıp tartışmayı gerektirecektir. Özgürlükçü bir anlayışın fikri altyapısının tekrar, ve son yirmi yılın özellikle ikinci yarısında biriktirdiğine kuşku olmayan tarihsel bagaja, kredibilite açığına, rağmen, inandırıcı biçimde inşası icap edecektir. Esasen bu topraklarda bu türden bir çoğulculuğun münbit iklimi, gür fikri kökleri mevcuttur.  Bu işlerin gereğince becerilememesinin karşı-aydınlanmacı “toplum mühendisliği” bakımından da İslamcı, mütedeyyin, Müslüman demokrat siyasi hareket bakımından da sonuçları, sanırım, pek arzu edilir nitelikte olmayacaktır. Halihazırda, en başta gençlerin, siyasi, daha fazlasıyla düşünsel, eğilimleri bakımından olmuyor da.

İşte nitelik yoksunu, pespaye “fikir fukaraları” tam da bu çıkmazın neminde kök salıyorlar. Düşünsel tutarlılığın olmadığı yerde, özellikle siyasetin çözmesi beklenen, onun sorumluluk alanına giren meseleler (yine geldik aş, iş, geçim, istihdam, adalet, güvenlik konularına) çözülemediğinde, ya da yanlış siyasi tercihlerle çözümsüz hale getirildiğinde, kamuoyunun uzun vadede ikna edilmesi, kendi yanınızda tutulması mümkün değildir. Böyle bir durumda, bırakın “kültürel iktidar” olmayı, uzun vadede fikri zemininizi kendi elinizle zayıflatır, yok edersiniz. Nihayetinde kendine saygısı olan bir entelektüel veya münevver o noktada bulunmayı kolayına istemeyecektir. Pespaye tabir ettiğim tâife içinse durum hiç de öyle değildir. Çoğunluğu sosyal medya saldırganlarından oluşan bu güruh kendilerini tutarsızlığın yarattığı kırılganlıkta vazgeçilmez kılacaklardır. Sosyal medyanın, Cambridge Analytica veya 2016 ABD Başkanlık seçimlerine Rusya’nın müdahalesi iddialarının yarattığı siyasi iletişim fetişizminin üzerinde siyaset kurumundan hüsnükabul gören iri trollerin ilkelleşmesi, ceberutlaşması kaçınılmazdır. Nihayetinde, kendi söylemlerinin aksine fikre sahip olanların tümüyle susturulmasını önerecekler, tüm toplumun mütehakkimâne (zorbaca) yönetilmeye rıza göstereceği bir siyasi iklimin yaratılmasından başka bir şeyle ilgilenmeyecekler, fedailiğe soyunup aslında siyasi sorumluluğu başkasının sırtına yıkarak sütre gerisinde laf ebeliği yapacaklardır. Tüm bunları da güya “ideal”(!) bir toplum düzenine giden yolda “pragmatik gereklilikler” olarak savunacaklardır. Ancak bu yolda giderken esas dertleri güç, etki ve servet biriktirmek veya bu biriktirme sürecinin bir tarafından tutunmaktır. Önemsedikleri ne bir mefkûre ne de bir dava ne devlet ne de millettir.

Üst üste gelen örneklerdeki savrukluğun, tutarsızlığın ve, çıkarlarından başka hiçbir şey gözetmeyen, üçkağıtçıların söylemi ve siyaseti belirleme gücündeki artışın ülkeye faydası olmadığı da; bundan en büyük zarara uğrayanın iktidar olduğu da açık…

Tüm yazılarını göster