Bugün yağmur bekleniyor. Bir süredir gitmediğim Boğaziçi pek güzel olmalı; böyle havalarda deniz kenarında yürüyüş yapmayı pek sever, suyu renkten renge sokan bulutları seyretmeye doyamam. Hele mevsim sonbaharsa... Çocukluğumun, gençliğimin Boğaziçi’ni de anımsarım. Hep özlediğim annem, babam ve anneannemle birlikte yemekler yediğimiz Bebek’teki ve Aşiyan’daki lokantaları; pek de iyi yaptıkları en sevdiğim mezelerden biri olan taramayı, Gaskonyalı Toma’da yaşadığımız müzikli günleri... Bebek Kahve’deki büyük adaçaylarını, Rumelihisarı’ndaki Ali Baba’nın kahvesini…
Oysa pandemi günleri sürerken bir de seller ve yangınlarla felaketler yaşayınca özlediğim böyle duygular öyle uzak ki… Sık sık acı satırlar düşüyor aklıma:
“İnsanlar çürümeyecekler mi? Eylûl’de, sanki bahara hasret çeken üzgün bir tazelik, sanki üzerine çöken kışa, kendini mahvetmek isteyen sonbahara rağmen devam etmek, yine bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun muhtaç olduğu şeylerden mahrumdur ve kendisinde de dayanma gücü kalmamıştır, tabiat da bunu anlamış gibi acı bir düşünceyle üstüne çöken ıssızlığın, matemin altında dayanabilirse dayansın kışın galip geleceği, artık her şeyin, her ümidin bittiğini buna tahammül lâzım geldiğini anlamaktan doğan bir takatsizlikle ağlar… Ne renk, ne de güzel koku… İşte yapraklar ölüyor… Rüzgâr insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor, ah! Her şey çürüyor!..”
Bir zamanlar yayına hazırladığım Mehmet Rauf’un “Eylûl” romanının (en başta yukarıdaki cümleler) neredeyse ezbere bildiğim o hüzünlü sayfalarını, kitabın mekânlarından Boğaziçi’ndeki yalıyı anımsıyorum daha çok:
“O zaman eylûl kendine, tabiatta ilk yılgınlık ayı, ölümlülüğü ilk his ayı, ilk faydasız ve acıklı mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp farkına varmadan geçen güzel geçmişin hasretiyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü.”
Eylül, doğanın yeni mevsime, kış günlerine hazırlanmaya başladığı ay. Her şey binlerce yıldır olduğu gibi renk değiştirmeye, çürümeye doğru yol alırken umutsuz satırları unutmak, yine de azıcık da olsa hiç olmazsa ümitlerimiz yeşersin diye düşünmek istiyorum… Yüksek sesle bağırmak gerek, ama ben kendime sürekli fısıldıyorum: Ümit tarlalarını sürmeye devam etmeliyiz, fakirin ekmeği umut, onu üretebilmek için sürmeli, sürmeli, sürmeliyiz o toprakları… Ne diyordu şair, “yaşamak ümitli bir iştir.”
En iyisi bu Eylül, Mehmet Rauf’un Eylûl’ünü ilk kez bir kez daha okumamalıyım! Bu sene benim / bizim / bizlerin Eylül’ü çok farklı, çok güzel geçecek, diye düşünmeliyim. Umutlar gerçek olacak / olmalı. Çürüyen yaprakları değil, ağaçların üzerinde son bir gayretle parıldamakta olan altın sarısına dönüşmüş olanlarını görmenin zamanı geldi. Biliyorum ki her şeyin serpilip geliştiği bahar yine çok, ama çok yakın. Yeter ki ümitsizliğe düşmeyelim…
Yazımı 1945’in Eylül’ünde Nâzım Hikmet’in dizeleriyle bitirmek istiyorum. Kitabın adı, “Piraye İçin Yazılmış: Saat 21-22 Şiirleri.” “Tüm yapıtları” dizisinin üçüncü kitabının içinde. Ayrıca, yine Yapı Kredi’nin “Delta” dizinden çıkan “Nâzım Hikmet Bütün Şiirleri” özel baskısında da bulunuyor.
24 Eylül 1945
En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür.”