Beklenenin biraz üzerinde gelen enflasyon rakamları sonrasında piyasa yorumcularının en çok üzerinde kafa yorduğu soru “enflasyonun ne zaman düşeceği” olsa gerek. Ocak verileri bu konuda çok da olumlu bir gidişat çizmiyor doğrusu. 12 aylık manşet enflasyon yüzde 14.97’e (15 değil ama!) tırmanırken yurt içi üretici fiyatları da yüzde 26.16 ile TÜFE ile arasındaki makası 11 puanın üzerine çıkarmış durumda. Ancak enflasyonun birikimli etkileri karşısında TL’de yaşanmakta olan değerleme senenin devamında enflasyonun normal seviyelerine geri gelmesini sağlayabilir. Gene de enflasyonun sene içinde yüzde 16’lara kadar çıkma ihtimali var. Tek haneye düşerek MB’nin tahmini olan yüzde 9.4’e yakınsaması ise senenin son ayını bulabilir.
Enflasyon hesaplamasında kullanılan madde ağırlıkları için bir önceki yılın harcama eğilimleri dikkate alınıyor. Bu ağırlıkların normalde yıldan yıla fazla değişmesi beklenmez. Ancak bir pandemi yılı olan 2020’de harcama kalıpları çok değişti. Bu nedenle örneğin gıda harcamalarının sepet içindeki ağırlığı yüzde 22.77’den 25.94’e çıktı. Bu bir sene için çok yüksek bir artış. Halbuki bu sene belki gıdanın fiili harcama ağırlığı o kadar da yüksek olmayacak. Ancak metodolojinin istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi için bu ağırlık değişimi yapılmak zorunda.
Gıda ağırlığının artmasındaki bir başka sıkıntı da, ekonomilerin toparlanması ile birlikte dünya gıda fiyatlarının da artmakta olması. 2012 yılının ortasından geçen senenin ortasına kadar dünya zirai ürün fiyatları gerileme içerisindeydi. Ancak son 6 aydır fiyatlarda dolar bazında yüzde 50’ye yaklaşan çok ciddi bir artış söz konusu. Türkiye 2020’de toplam 16 milyar dolar işlenmiş ve işlenmemiş tarım ürünü ithal etti. Dünya fiyatlarındaki bu artış gerek ithalat yoluyla, gerekse de ihracatı artırarak yurtiçi arz-talep dengesini etkilemek suretiyle yurt içi gıda fiyatlarında etkili olmakta. Nitekim 12 aylık bazda gıda fiyatları yüzde 18.1 ile TÜFE’nin oldukça üzerinde seyrediyor. (Gıda fiyatlarındaki bu önlenemez artışla ilgili stokçular ve aracıları suçlayan popülist söylemlerin fazla bir geçerliliği olmadığını artık kamuoyu da anlamıştır umarım.)
Yeni yönetimle birlikte Merkez Bankası’nın ana odak noktasının gerek icraat ile (artan politika faizleri), gerekse de sözlü yönlendirmelerle (başta PPK metni olmak üzere Enflasyon Raporu ve çeşitli beyanatlarla) tekrar enflasyon üzerine çevrildiğini görüyoruz. Bu, bazılarının iddia ettiği gibi illa da ekonomik büyümeyi sekteye uğratacak bir gelişme olmayabilir. Bu bağlamda bazı KOBİ kuruluşlarının faizden yakınmaları çok da doğruyu yansıtmıyor. Yapılan araştırmalar şirketler üzerindeki faiz yükünün toplam ürün maliyetine oranının çok düşük olduğunu göstermekte. Yakınmalar bence daha çok geçmiş döneme göre kredi erişiminin sıkılaşmış olması. (MB’nin enflasyon raporunda son dönemde işletme kredisi talebi artmaya devam ederken bankaların kredi standartlarının hızla sıkılaştırılmış olduğu görülüyor.)
Öte yandan, tabii ki, kredi hacmi artış hızında yavaşlamaya paralel olarak ekonomik aktivite de yavaşlayabilir. Ancak yüksek reel faiz politikası ile birlikte döviz dengesinin sağlanmış olması, ihracat ivmesinin devam etmesi ve turizmin toparlanması sonucunda bu yavaşlama tahmin edilen seviyede olmayacaktır. Her ne kadar IMF’nin yüzde 6’lık öngörüsü fazlasıyla iyimser olsa da, bu sene para politikasından ödün vermeden yüzde 4-5 arasında bir büyüme sağlanabilir.
Son olarak şunu belirtmek isterim. Enflasyonla mücadeleye kendimizi kaptırıp TL’nin tekrar aşırı değerlenmesine “kesinlikle” izin vermemek gerekiyor. Bu geçmiş dönemlerin en büyük yanlışlarından biriydi, ve sonuçta rekor cari açık ve rekor dış borçlanmalarla ağır bedeller ödedik, ve de ödüyoruz. Mutlaka ihracata destek veren rekabetçi bir döviz kurunun sürdürülmesi gerekir. Ayrıca unutmayalım ki bir süre daha devam edecek çift haneli enflasyon TL’nin zaten ister istemez “olduğu yerde” değerlenmesine yol açacaktır.